Dostoyevski’nin “karanlık (obscure)” öykülerinden birisi olarak da nitelenen bu uzun öykü, onun İspanya gezisinin ardından 1862’de Dostoyevski’nin dergisi Vremya’da yayınlanmıştır. Dostoyevski’nin uzun bir öyküsü olan […]
Derin devlet köklerini o zamanlardan alır. “Devlet içinde devlet” denilen bu çekirdek, önemini ve etkisini hiçbir dönemde kaybetmemiştir bugüne dek. Zamanın muktedirlerinin “Bin operasyon yaptık.” sözlerindeki gizli ve devletin kendi yasalarına bile aykırı operasyonları yapan, işte bu çekirdek devlettir. Bu, devletin gizli, vurucu gücüdür. Çünkü bu çekirdek kadro, resmi ideoloji sınırları içinde düşünmeyen herkesi “doğal düşman” olarak görür ve bazen de ortadan kaldırır.
Ancak siyasal iktidar bireyin beynini manipüle edip onu dönüştürürken, bunu sadece devletin ya da siyasal iktidarın araçlarıyla sınırlı kılmaz. O noktada mikro iktidarlara da ihtiyaç duyar. Mikro iktidarlar da bireyin itaatini ve sadakatini oluşturan nüveleri işlerler. Ve bunu bir kez değil sürekli olarak işlemek zorundadırlar. Yoksa büyü bozulabilir.
Bugünkü kitabımız Michel Foucault’dan “Entelektüelin Siyasi İşlevi”. Foucault bu kitabında entelektüel kavramına, klasik Marksist yaklaşımdan çok fatrklı bir boyutta yaklaşıyor. Entelektüelin -Marksist yaklaşımda olduğu gibi- kitlelere öncülük etmesi gereken rolünü reddeder. Foucault’ya göre kitlelerin entelektüelden öğreneceği bir şey yoktur. Burada onun dikkat çektiği kitlelerin bilinci değiştirmek, ya da onları “bilinçlendirmek” sorunu çözmeyecektir. Yapılması gereken “hakikati üreten siyasi, ekonomik, kurumsal rejimi değiştirmektir.” ona göre. Tabi burada hakikat, üretilen ve rejimi, sistemi devam ettirmek amacıyla sürekli gündeme getirilen bir şey, daha doğrusu sistem kendi “hakikatini” üretiyor. Ve kitlelere önü tek “hakikat” biçimi olarak sunuyor. Aslında bu hakikat değil, yalan ve manipülasyon üzerine kurulu üretilmiş bir fenomendir Kitleler de bunu a priori biçimde kabul ediyor.
Bana ne senin neye inandığından, ne düşündüğünden. Ne düşünürsen düşün, kime taparsan tap, neye ibadet edersen et, hangi ideolojiye inanırsan inan, neyi kutlarsan kutla, neye ağlarsan ağla; ama bana dayatma bütün bunları. Kendi dünyanda istediğini yap, istediğini yaşa benim dünyamın sınırlarını çiğneme. Çünkü benim dünyam yalnızca bana aittir. Ben bir başkasının kölesi değilim, kendi dünyamı çiğnetmem.
Özgür olduğumuzu, özgürlük için mücadele ettiğimizi düşünürüz hep. Oysa herkesten daha tutsağızdır belki de. Bunu hiç sorgulayamayız. Kendimize bir değer biçer, bir düşünce şablonunun içinde gezinir kısır bir döngüde dolaşırız. Bu kısır döngünün içinde hiçbir özgün üretim yoktur. Sadece başkalarının bize empoze ettiği simge ve değerleri tekrarlamaktan ibarettir.
Daha önce bir kitabımda da değinmiştim. Zamanın Ahmet Rıza’nın “Meşveret”inden daha etkili olan bir dergi vardı muhaliflerin çıkardığı. O da “Mizan” dergisiydi. Bu derginin başyazarı Mizancı Murat idi. Kendisi Dağıstan kökenli bir aileden gelmekteydi. Mizancı Murat o dönem Jön Türklerin önde gelen liderlerinden biriydi. Ama Abdülhamit, politikasını değiştirmiş; aracılar vasıtasıyla Jön Türklere payeler vererek satın alamaya çalışıyordu. Bu girişimler de sonuç veriyordu. Mizancı Murat, Padişah’ın çağrısı üzerine İstanbul’a döndü. Ve bir anda muhalifliği bırakarak ‘Devlet Şûrası’ üyesi oldu. Belki Abdülhamit bile şaşırmıştı kendine, bu yöntemi neden daha önce denemedi diye.
Birçok kişinin benliğini gösteren ayna kirlenmiştir hiç bakılmamaktan. İnsanlar artık kendi benliklerinin aynasına bakmak yerine, kendilerine benzeyen diğerlerine bakarlar. Böylece insanlar kendi benliklerini görmek yerine, başkalarının benliklerine bakarlar. Çünkü onları kendilerine, kendilerini de onlara benzetmişlerdir.
Ancak Osmanlı toplumunda daha bir burjuvazi bile Avrupaî anlamda oluşmamıştı. Bunun nüveleri son derece azdı. Ayrıca entelijansiya devletten bağımsız değildi, hatta devlete bağımlı memur bir konumda idi. Halkın değil, devletin çıkarlarını öne koyuyordu.
Yarı gerçek, yarı masalsı bir film olan Pan’ın Labirenti 100’un üzerinde ödül kazanmış bir film. Önde İspanya İç Savaşı, arka planda ise, düşsel bir labirentte geçmişteki görkemli krallığa erişmek isteyen küçük bir kız olan Ofelya ve onun dünyası var. 1944 yılında Faşist Franco askerlerinden birisi olan Yüzbaşı ile evlenen annesi ile birlikte, onun yaşadığı köye giderler. Ofelya’nın annesi hamiledir, Yüzbaşının çocuğuna bu nedenle adam onu doğum yaparken yanında istemektedir.