İçerideki Pencere

İçerideki Pencere

İnsanlar duvarları sever, pencereleri değil.

Ama ne yazık ki çoğu insan içe değil, dışa dönük yaşar. İçinde bir pencere olduğunun, hatta bir iç dünyası olduğunun bile farkında değildir.

Bir filmden aklımda kalan bir cümle var: “Nasıl bakarsan öyle görürsün.” Bir politik lider hakkında bir belgesel film izlemiştim. Sonra bu filmi o lideri çok seven bir arkadaşıma önerdim o da izledi. Ben filmdeki farklı noktaları görmüştüm, nesnel yaklaşmaya çalışmıştım ve eleştirel. Çünkü o lidere sempati duymuyordum. Ama arkadaşım ona tapıyordu neredeyse. Baktım benim gördüğüm noktaları görmemiş, belgeselden kendi hoşuna giden bir algı çıkarmış. Yani baktığı gibi görmüş. “Biz aynı belgeseli mi izledik?” diye şaşırmıştım.

Ama aslında şaşıracak bir şey yoktu, tarih de böyle değil mi? Hepimiz tarihin farklı kesitlerine ve kişiliklerine duyarlıyız. Tarihe baktığımızda onu olduğu gibi değil, baktığımız ve yani olmasını istediğimiz gibi görüyoruz. Tarihe bakış birçok şeyi belirliyor. Çünkü ona bakarken çıplak gözle ve nesnel olarak değil, ideololojimizin, inancımızın, dünya görüşümüzün filtreleriyle bakıyoruz. Görmek istemediklerimizi otomatik olarak süzüp atıyor bu filtre. Sadece görmek istediklerimizi görüyoruz bu nedenle. Tarihi bırakın, şu ana bakın. Bu anda bile değişen bir şey yoktur. Gerçek ve hakikati insanların gözlerine soksanız bile, onlar kendi inanmak istediklerine inanacak, ve gerçek ile hakikati kendi bakış açılarına göre çartpıtacaklardır. En azından toplumun büyük kısmı böyle yapıyor. Tarihin bazı bölümlerini unutmak, inkâr etmek isteriz. Hoşumuza giden bazı bölümlerini ise gururla öne çıkarırız.

O yüzden yıllardır insanları ikna etmek için kendimi yormam. Sadece düşündüklerimi ortaya koyarım, gerisi o insana kalmış. İster katılır, isterse katılmaz. O benim sorunum değildir. Tek bir kişi bile katılmasa görüşlerime, benim açımdan bir şey değişmez; onları ortaya koymaya kendimi ifade etmeye devam ederim.

***

“… görmek için sözcüklerin anlamının ötesine geçmelisiniz.”[i] der Krishnamurti.

Oysa çoğu zaman gördüklerimize kelime anlamıyla ifade veririz. Saate baktığımızda saatin kelime anlamını bilerek bakarız. Onun saat olduğunu varsayarak, önceden varsayarak. Böylece çoğu zaman Krishnamurti’nin sözünü ettiği şekliyle sözcüklerin ötesine geçemeyiz görmek için.

John Berger, “Görme Biçimleri” adlı yapıtında ünlü sürrealist ressam Rene Magritte’in “Düşlerin Anahtarı” başlıklı resmi için şöyle der:

“Gerçeküstücü ressam Magritte ‘Düşlerin Anahtarı’ adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.”[ii]

Magritte burada sözcüklerin anlamlarından yola çıkarak görme eylemini sorguluyor. Sözcükler bizim ne görmemiz gerektiğini söylüyor ve onların yönlendiriciliğinde görüyoruz.

Magritte “Imgelerin Ihaneti (The Treachery of Images)” serisinden.

Michel Foucault ise, yine Magritte’in “Bu Bir Pipo Değildir” başlıklı yapıtından yola çıkarak felsefi sorgulamalar yapar.

“Çünkü ‘bu bir pipodur’ der demez yeniden başlayıp ‘bu bir pipo değildir, bir piponun desenidir’, ‘bu bir pipo değil, bu bir pipodur diyen ileri-sürüştür’, ‘bu bir pipo değildir, diyen ileri-sürüş, bir pipo değildir’, ‘’bu bir pipo değildir’ ileri-sürüşündeki bu, bir pipo değildir: bu tablo, bu yazılı metin, bir piponun bu deseni, evet bunların hepsi bir pipo değildir” diye kekelemek zorundadır bu ses… Şevli ve dengesiz olduğu açıkça görülen ayakları üzerindeki şövale sallanıp durur, çerçeve dağılır, tablo yere düşer, harfler darmadağın olur, ‘pipo kırılabilir’ ve ortak alan (sıradan bir sanat yapıtı ya da her günkü bir derstir bu), silinip gidebilir artık.”[iii]

Belki şöyle bile diyebiliriz: ‘Bu bir pipo değildir’ değildir. Bu noktada daha çok ileriye gidebilir. Magritte burada hem resimin kendisinin, hem de sözcüklerin anlamını kırmış ve her ikisine de meydan okumuştur. Sözükler anlamsız kaldığı gibi, oradaki çizimin pipo çizimi ya da ona benzer bir çizim olup olmamasının da bir önemi kalmamıştır. Hatta neredeyse bir çizim olmasının bile önemi kalmamıştır. Belki de bu nedenle değerlendirmesinin sonunda Foucault bu yapıtı şövaleden düşürür darmadağın eder ve hatta silinip gittiğini söyler.

***

“Eğer çok renkli veya pis pencereleriniz varsa ve berrak günşığını görmek istiyorsanız pencereleri temizlemelisiniz veya açmalısınız ya da dışarı çıkmalısınız.”[iv]

Ama ne yazık ki çoğu insan içe değil, dışa dönük yaşar. İçinde bir pencere olduğunun, hatta bir iç dünyası olduğunun bile farkında değildir. Sorun kirli pencereyi temizlemekten önce, bence bir pencereye sahip olduğunu algılayabilmektir.

İnsanlar duvarları sever, pencereleri değil. Çünkü duvar sana bir şey göstermez, istediğin şekilde boyar ona inanırsın. Ama pencereden istemesen de gerçeği görmek zorunda kalırsın. Ve bu senin dünyanı yıkabilir. İşte bunun için duvar diplerine sığınmayı ve duvarı maviye boyayarak sanki gökyüzünün altındaymış gibi yaşamayı hayal eder onlar. Hatta bazen hiçbir renge boyamazlar duvarı. Duvara baka baka, kendileri de duvarlaşırlar. İnsanlar duvarların gölgesinde çok fazla yaşarlarsa, kendileri de duvarlaşırlar. Ben iç dünyamdaki pencerelerin tozunu, kirini her gün yeniden alırım. Her gün yeniden temizlerim onları. Çünkü bilirim ki, dış dünyanın gerçekliğini fark etmek istemenin yolu, iç dünyanın gerçekliğini kavramaktan geçiyor.

Erol Anar


[i] Krishnamurti, Yeni Bir Yaşam, pdf, sayfa 104.

[ii] John Berger: Görme Biçimleri, sayfa 7-8.

[iii] Michel Foucault: Bu Bir Pipo Degildir, sayfa 31.

[iv] Krishnamurti, Yeni Bir Yaşam, pdf, sayfa 139.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!