Avrupa Anıları (4)

Avrupa Anıları (4)

Hava kararmıştı. Fatma ablanın o gece evine döneceğinden tam umudumu kesmiştim ki, derken aşağıdan ayak sesleri duydum. Ayak seslerini dinleyerek, birden fazla kişinin geldiğini tahmin ettim. Fatma ablayı tanımıyordum, ancak gelenin o olduğuna bahse girerdim. Fatma abla olduğunu tahmin ettiğim kişinin yanında, sonradan yeğeni olduğunu öğrendiğim benim yaşlarımda bir genç kız vardı. Merdivenleri çıkarak kapının önünde birden beni görünce çok şaşırdılar.

“Merhaba ben Erol.” dedim.

Fatma abla şok olmuştu.

“Ne zaman geldiniz siz? Ben sizi yarın gelecek diye biliyordum. O yüzden bir arkadaşıma yemeğe gitmiştik.”

“Öğleden sonra saat: 16.00-17.00 gibi ulaştım buraya.”

Önce sizli bizli konuştuk ama daha sonraki günlerde senli benli konuşmaya başladık birbirimizi tanıdıkça.

Geliş günüm konusunda bir yanlış anlaşılma olmuştu.

“Demek saatlerce kapının önünde beklediniz. Bugün geleceğinizi bilsem hiç gezmeye gider miydim?” dedi.

“Önemi yok abla. Sonuçta karşılaştık.”

İçeri girdik, biraz sohbet ettikten sonra, karnımın aç olmadığını söyledim, yalnızca bir duş alarak yatmak, uyumak istiyordum. Üç gündür yatak yüzü görmemiştim, bu nedenle sırtım ağrıyordu. Nasıl olsa konuşacak çok vaktimiz olacaktı.

Böylece o gece iyi bir uyku çektim. Uyandığımda Fatma abla alışverişten dönüyordu. Kahvaltılık ve yiyecek birçok şey almıştı. Sohbet etmeye başladık. Ona yolculuğumu ve burada beklerken komşu kızlarının gösterdiği misafirperverliği anlattım. Onlara teşekkür edeceğini söyledi. Ben de daha sonra onlara küçük bir resim hediye ettim.

Resimlerimi bir komşusunun yardımıyla aşağıya kilere bıraktığımı anlattım. O gün, aşağıya inerek parça parça resimleri eve taşıdık.

O hafta böyle geçti. Fatma ablanın apartmanı şehir merkezine yakındı. Fatma abla kısa saçlı, orta boylu, güler yüzlü, nazik bir insandı. Sakin bir ses tonu ile yavaş yavaş gülümseyerek konuşur, anlatırdı.

Bu yüzden sık sık şehir merkezine gidip geliyordum. Her gün küçük gezilere çıkıyor Amsterdam’ı keşfediyordum. Özellikle Amsterdam resim sanatının kuzeydeki merkezi, Kuzeyin Paris’i idi. Rijskmuseum ile Van Gogh Museum’u gezdim o hafta. Rembrandt ve Van Gogh iki favori sanatçım idi. Özellikle Van Gogh’un orijinal resimlerini gördüğümde renklerdeki canlılığa hayran olmuştum. Hiç de röprodüksiyonlardaki resimlere benzemiyordu orijinaller. Saatlerce bakıyordum resimlere. Hem de onlarla ilgili bilgileri okuyordum. Madame Tussauds mumya müzesini de gezdim. Burada Albert Einstein’dan Picasso’ya kadar birçok ünlünün, kendilerine tıpatıp benzeyen mumyaları vardı.

Böylece bir hafta müzelerde geçti.

Merkez Tren Garı’nın önünde her zaman hippiler, punkcılar ve çeşitli alternatif gruplara mensup gençler oturarak esrar tüttürür ve şarap içerlerdi. Hemen Gar’ın önünde sıra sıra dizilmiş çiçekçiler vardı. Diğer tarafta ise bir denizcilik müzesi vardı, burayı da gezmiştim.

En çok sevdiğim şey ise, kanal kıyısındaki kafeteryalardan birisine oturarak bir kahve içmekti.

Bir gün Fatma abla ile şehir turuna katıldık. Şehir turu kanal otobüsü ile yapılıyordu. Kanallardan geçerek kentin önemli noktalarını geziyorduk. Amsterdam’ı çok sevmiştim. Hâlâ da severim. Bu şehir, hem sanatın, hem de bireysel özgürlüğün merkeziydi.

Bu arada beni arkadaşlarıyla da tanıştırıyordu. Fatma abla, sol gelenekten geliyordu. Hollanda’ki siyasi çevrelerce tanınan ve saygı gören bir kişilikti, bu nedenle çevresi çok genişti. Derneklerdeki yöneticiler, kadın hareketlerinde mücadele yürüten kadınlar ve Hollandalı bazı aydınları da tanıyordu. Böylece onun sayesinde, bir anda Amsterdam’daki politik çevrelerin çoğu ile tanışma olanağı buldum.

Ayrıca Hollandalıların ulusal tarihlerini anlatan bir müzeye de gitmiştim. Eskiden evlerinde banyo yokmuş, leğende silinerek temizlenirlermiş. Müzede bu tarihi anlatan resim, fotoğraf ve malzemeler vardı.

Alternatif Gençlik Merkezi’ne sık sık giderek sergiyi organize ediyorduk. Bir kokteyl bile olacaktı sergi açılışında. Bunu da Fatma abla organize etmişti.

Günler böyle hızla geçti ve nihayet resim ve karikatür sergimin açılacağı gün geldi. Bunun hazırlıklarını yürütmüştüm sergiden önceki günlerde, Hatta yeni yağlı pastel resimler yapmıştım o sırada. Hollanda’nın resim boyaları çok ünlüydü, onlardan satın almıştım. Ayrıca binbir çeşit resim kağıdı da vardı. Böylece yeni bazı resimler de hazırlamıştım sergi için o günlerde.

Sergi açılışı, Fatma ablanın çabaları ile çok iyi oldu. Amsterdam’da yaşayan bazı Türkiyeli radyocu, ressam ve gazeteciler de gelmişlerdi. Amsterdam’da tanınan Türkiyeli sanatçılardan birisi olan Ufuk adlı kadın ressam da oradaydı. Kendisi, Fatma abla ile tanışıyordu. Dolayısıyla resim sergisinin açılışı başarılı geçmişti. Katılım da iyi olmuştu. Açılış kokteyli sırasında birçok insan ile de tanıştım orada yaşayan.

Vural ağabey de sergi açılışına katılmıştı.  Sergiden önce kendisi ile görüşmüştüm.

Bazı Hollandalılar da açılışa katılmışlardı. Bunlardan birisi, elli yaşlarında bir kadındı. Kendisi Amsterdamlı feministlerdendi ve Fatma ablayı tanıyordu. Bir resmimin önünde durdu. Resim, göz teması işlenmiş soyut bir çalışmam idi.

“Bu resme bakınca çocukluğumu hatırladım. Bu resimdeki göz, bana sanki çocukluğuma bakıyormuşum duygusunu yaşattı.” dedi.

Ve Hollandalı kadın, resmi satın aldığını söyledi. Fiyat olarak bin gülden koymuştum, hiç pazarlık yapmadı. Sergi bittikten sonra resmi alacak ve ödemeyi yapacaktı. Çok sevinmiştim. Öncelikle bir resmimin bir kişi tarafından alınmış olmasına, ikinci olarak ise yakında bu paraya ihtiyacım olacaktı.

Sergiden sonra Fatma abla Türkiye’ye gitme hazırlıklarına başladı. Dönemin af yasası ile cezaevlerindeki birçok siyasi tutuklu ve hükümlü tahliye ediliyordu. Bu yasa bağlamında en azından bazı siyasi mülteciler de Türkiye’ye dönebilecekti.

Gezmeye devam ediyordum. Kent içinde tramvay ile yolculuk ediyordum. Amsterdam’ın en eğlenceli meydanı olan Leidseplein’e gidiyordum bazen. Burada sokak canlıydı. Müzik, sokak sanatçılarının gösterileri eski tarihi meydanda neşeli bir atmosfer yaratıyordu. Kafeterya ve restoranların dışarıdaki masaları turistler tarafından dolduruluyordu.  Buralar sanatçıların takıldığı canlı, bohem mekânlarıyla ünlüydüler.

Derken Fatma ablanın, o zamanlar İçel milletvekili olan ağabeyi Ekin bey, bir gün Türkiye’den geldi. Yeni çıkan yasa ile ona da af gelmişti, ülkeyi ziyaret edebilecekti. Türkiye yolculuğunda, kardeşinin yanında bulunmak istemişti. Birkaç gün sonra Fatma abla Türkiye’ye ziyarete gitti. Heyecanlıydı, ailesini ve sevdiklerini görmeyeli yıllar olmuştu. Böylece o Türkiye’ye ziyarete gitti.

Ben de Vural abinin evine geçtim. Ne yapacağıma hâlâ karar vermemiştim.

Vural ağabeyin evinde kalmaya başladım. Henüz evlenmemişti. Onun arkadaşı olan Amasyalı Orhan ile de bu sıralarda tanıştım. Halil ağabey de o sıra Vural ağabeyin evinde kalıyordu. Amsterdam’da yeni öğretmenliğe başlamıştı. Bir süre sonra ev ayarlayarak Almelo’dan Meltem yenge ile Jenetay’ı da getirecekti.

Afsluitdijk

Amasyalı Orhan, arabasıyla geliyor, beni alıyor ve gezdiriyordu. Bir gün Amsterdam’ın köylerini ziyaret ettik. Üç köyü ziyaret etmiştik. Buralar, eski tarihi ev ve binaları, otantik Hollanda giysisi giyen bazı sakinleri ile deniz kıyısında küçük ve çok güzel kasabalardı. Başka bir gün yine Orhan ile okyanus kıyısına gittik. Okyanus kıyısı çok güzeldi. Arabayı park ederek, yürüdük uzun uzun. İki yanımız da okyanus idi. Rüzgâr yüzümüzü yalıyor ve özgürlük duygusu veriyordu insana.

Orhan’a dedim:

“Amasya Yeşilırmak’a benziyor mu?”

Güldü. Türkiye’ye hiç gidememişti uzun yıllar. Siyasi mülteci olarak gelmişti Hollanda’ya 12 Eylül’den sonra. Özlemi büyüktü. Ama diğer yandan oraya da uyum sağlamıştı. Dili öğrenmişti, kız arkadaşı da Hollandalı idi. Onunla daha sonra evlendi.

Hep şöyle derdi:

“Burada hep bir şeylerle uğraşman gerekir, ya da çalışman bir şey üretmen,. Yoksa ot gibi yaşar insan.”

Bir gün de Amsterdam yakınlarındaki ormana gittik. Yine Orhan ile gitmiştik. Ben etrafa baktım, ağaçlarla, bitkilerle ilgili sorular sordum.

Orhan bana bakarak şöyle dedi:

“Sen etrafına bakıyorsun, görüyorsun, merak ediyorsun. Bazen bir adamı buraya getiriyorum, hiç ormana mı gelmiş, dağa mı, yoksa şehire mi fark etmiyor. Çöküyor bir yere yakıyor sigarayı, etrafına bile bakmıyor.’

Küçük bir kasabada doğa içinde büyüdüğümden doğayı çok severdim. O gün ormanda arabayı fark ettikten sonra keçi yolundan yürüyüş yaptık, yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yedik sonra dinlendik ve geri döndük. Çok güzel bir gündü.

Devam edecek…

Erol Anar

Yazının önceki bölümleri için aşağıdaki linklere tıklayınız:

https://erolanar.org/2019/01/19/avrupa-anilari-3/

https://erolanar.org/2018/12/28/avrupa-anilari-2/

https://erolanar.org/2018/12/23/avrupa-anilari-1/

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!