Avrupa Anıları (1)

Avrupa Anıları (1)

 

Tren yeniden hareket etti. Sofya’ya doğru gidiyorduk. Bulgaristan deyince aklıma ilk olarak uçsuz bucaksız mısır tarlaları geliyor. Trenden baktığımda her yerde mısır tarlası görüyordum. Süt mısırların kokusu havaya karışarak yayılıyor, iç gıcıklıyor ve insanda hoş duygular uyandırıyordu.

 

1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ögrenciydim. O zamanlar nedense en çok istediğim şey Avrupa’da yaşamaktı. Hollanda’da kuzenlerimizden Vural ağabey yaşıyordu: Kendisi, 12 Eylül darbesinden sonra yurt dışına çıkmak durumunda kalmış ve politik mülteci olarak Hollanda’ya yerleşmişti. Bu nedenle ilk aklıma gelen ülke Hollanda olmuştu. Orada kalabilmek için, aranma durumum olmamasına karşın iltica etmeyi bile düşünüyordum.

Neden bilmiyordum ama içimden karşı konulamaz bir gitme isteği yükseliyordu. Jack London’un “Vahşetin Çağrısı” kitabındaki çağrı gibi güçlüydü içimden yükselen.

O zamanlar karikatür çiziyordum. Oğuz Aral’ın Gırgır’ına sık sık gider ve onun karikatürle ilgili sözlerini can kulağıyla dinlerdim. Ayrıca Limon dergisinde karikatürlerim yayınlanırdı. Hatta Demirel ile ilgili bir karikatürüm bu dergiye kapak olmuştu.

Serginin haberini Cumhuriyet gazetesinde görmüş ve beni görme umuduyla sergiyi ziyaret etmeye karar vermiş. Ben onu gördüğüme sevinmiştim.m İstanbul Ortaköy Kültür Merkezi’nde bir karikatür sergisi açmıştım. Burada, sergi duyurusunu gazetede okuyup ziyaretime gelen Ankara Seyran Öğrenci Yurdu’ndan arkadaşım Tuncay ile yıllar sonra karşılaşmıştım. Oturup sohbet ettik ve bir şeyler içtikten sonra tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Ama sonra tekrar görüşemedik.

Vural ağabeye bir mektup yazdım. O da bana cevaben bir mektup yazarak, Hollanda’da ne yapmak istediğimi sordu. Mektubunda, oraya gidebileceğimi, ancak oradaki koşulların çok zor olduğunu belirtiyordu. O zamanlar kendisinin koşullları da çok iyi değildi. Daha önce Ankara’da Hollanda Konsolosluğu’na vize için başvurmuş, fakat ret yanıtı almıştım. Çünkü elimde bir davetiye yoktu. Bu ret yanıtı, yalnızca benim içimdeki Avrupa’ya gitme isteğini büyütmüştü.

O zamanlar uluslararası karikatür yarışmalarına katılıyordum. Belçika’nın Beringen kentinde her yıl düzenlenen uluslararası bir yarışma vardı. Bu yarışmaya her katılana, ödül kazansın kazanmasın, ödül törenine katılması için bir davetiye yolluyorlardı. Yarışmanın ödül töreni her yıl 2 Ekim tarihinde Beringen kentinde düzenleniyordu.

Edebiyat Fakültesi’nde tarih bölümünde okuyan Özcan adlı bir arkadaşım vardı. Kendisi Elbistanlıydı ve o da Avrupa’ya gitmeyi çok istiyordu.

Bir gün kantinde sohbet ediyorduk:

“Özcan ben yakında Avrupa’ya gidiyorum.” dedim.

“Nasıl gideceksin?”

“Belçika’da bir karikatür yarışması var, her katılana ödül töreni için davetiye yolluyorlar. Geçen yıl benim adıma bir davetiye göndermişlerdi.”

“Benim adıma da bir karikatür yolla, ben de Avrupa’ya gideceğim.”

Bunun üzerine bir tane kendim için ve bir tane de onun adına olmak üzere, yarışmaya iki adet karikatür yolladım. Yarışma sonuçlandıktan sonra ikimizin adına da birer davetiye geldi.

İstanbul’daki Belçika Konsolosluğu’na giderek vize başvurusunda bulunduk. İlk olarak Özcan görüşmeye girdi ve kendisine,

“Cuma günü gel, vizeni al.” denildiğini söyledi.

Benim umudum artmıştı. Görüşmeye girdim. Belçikalı görevli benim pasaportuma baktı ve şöyle dedi:

“Size vize veremeyiz.”

Hayal kırıklığına uğramıştım.

“Neden?”

Görevli pasaportumu bana geri uzatarak:

“Pasaportunuzda Hollanda Konsolosluğu’nun ret damgası var. Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un vizeleri ortaktır. Bu nedenle sizin işinizi Hollanda Konsolosluğu’ndan halletmeniz gerekiyor.” dedi.

Dışarıya çıktığımızda Özcan sevinçten uçuyordu, bense çok üzgündüm. Bir kez daha hayal kırıklığı yaşıyordum.

Vizeyi aldıktan bir süre Özcan, ablasının bileziklerini bozdurarak Belçika’ya gitti. O zamanlar düşünüyordum: Bir karikatür, bir insanın hayatının yönünü yeniden belirlemişti. Bir karikatür çizmiş ve adamın hayatını değiştirmiştim.

İki üç ay kadar sonra bana bir mektup yolladı. Özcan, mektubunda Belçika’dan Fransa’ya geçtiğini ve Paris kentinde akrabalarını bulduğunu anlatıyordu. Ve kedilerden söz ediyordu. Bulunduğu semtin sokaklarında çok sayıda sahipsiz kedi olduğunu yazıyordu. Mutsuz ve hayal kırıklığı yaşayan bir ifade ile yazılmıştı mektup. Sanki oraya gittiğine pişman gibiydi. Kendisi orada siyasi ilticada bulunmuştu.

Vize başvurularım Hollanda ve Belçika tarafından reddedilmişti. Fakat benim kitabımda vazgeçmek diye bir sözcük yoktu.

Böylece bir yıl geçti. Gitme düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. Bu can sıkıntısından kurtulmak için, en azından yurt dışına çıkıp biraz hava almalıydım.

Tekrar Hollanda’yı, Vural ağabeyi telefonla aradım:

“Vize alamadım, ama yapabilirsem yine de oraya gelmeyi düşünüyorum.” dedim.

“Erol araştırdım, İtalya’ya vize yok, oraya gel. Oradan İsviçre’ye geçersin. Orada bir Çerkes arkadaşım var. O sana Hollanda’ya geçmen için yardımcı olur.” dedi.

İtalya, o zamanlar Türk pasaportuna vize istemiyordu.

En azından rahatlamıştım. Şimdi izlemem gereken yolu biliyordum en azından. Bu yolculuk daha şimdiden maceracı ruhumu okşuyordu.

Annemden gitmek için para aldım. Aslında gitmemi istemiyordu, ama kararlılığımı görünce bana yardım etmeye karar vermişti. O para ile yaklaşık 2 bin Alman markı satın aldım. İyi paraydı. Üniversite öğrenci kimliğim, pasaportum ile bazı karikatürlerimi yanımda götürecektim. Elbiselerimi de bir sırt çantasına koyarak yolculuk için hazırladım. Ahmet Kaya’nın “Acılara Tutunmak” kaseti ile küçük walkman’imi de çantamın içine koydum.

En azından kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.

Trenle gitmeye karar vermiştim. Tren, İstanbul Sirkeci istasyonundan kalkıyor ve Bulgaristan, o zamanki Yugoslavya üzerinden İtalya’ya gidiyordu. Biletimi aldım ve nihayet gidiş günüm geldi.

Beni Sirkeci’den teyzemin oğlu Sedat yolcu etti. Trenden bakarak ona el salladım. Karmaşık duygular içerisindeydim. Sanki buraları ve tanıdığım insanları bir daha göremeyecekmişim gibi hissediyordum.

Boş bir kompartımana oturdum. Daha sonra kompartımana yaşlı, başında takke olan, sakallı hacı görünümlü bir adam ile takım elbise  ve kravatlı elli yaşlarında gösteren bir adam peş peşe geldiler. Sınıra kadar rahat ve sorunsuz bir yolculuk yaptım. Müzik dinleyip camdan dışarıyı izliyordum.

Tren, Bulgaristan sınır kapısında durdu. Bulgar gümrük polisi trende kontrol yapmaya başlamıştı.

Hacı camdan dışarıya bakarak,

“Buralar hep bizimdi. Tekrar alacağız buraları.” dedi.

Hacı’ya şöyle bir bakarak,

“Dayı,” dedim, “sen kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun? Osmanlı işgal etmeden önce burada Bulgar Krallığı vardı.”

Hacı dışarıya çıktı. Takım elbiseli adam bana dönerek,

“Sen bunlara bakma yeğenim. Dinci geçinirler, ama bunların dini imanı paradır. Yemez içmez para biriktirirler. göre gâvurun her şeyi kötü, yalnızca parası iyidir. Bir mark harcarken elleri titrer. Bunları ben iyi tanırım, yıllardır Almanya’da çalışıyorum. ” dedi.

“Size katılıyorum, doğru söylüyorsunuz.” dedim.

Bir Bulgar gümrük polisinin dikkatini walkman’im çekmişti. Satın almak istedi, ben bu teklifini reddettim. Israr etti. Adam biraz Türkçe biliyor, bana “Komşi” diyordu. Ama yine de satmak istemedim. Cebinden 10 dolar çıkararak bana vermek istedi, teşekkür ederek almadım. O zamanlar “komünist” ülkelerde bu tip küçük elektronik eşyalar çok ilgi görüyordu.

Hacı, şöyle diyordu:

“Bu Bulgarlar çok temizlik hastasıdır, her zaman trenin temizliğine dikkat ederler.”

Birkaç sorudan sonra pasaportuma giriş damgası vurdular. Tren yeniden hareket etti. Sofya’ya doğru gidiyorduk. Bulgaristan deyince aklıma ilk olarak uçsuz bucaksız mısır tarlaları geliyor. Trenden baktığımda her yerde mısır tarlası görüyordum. Süt mısırların kokusu havaya karışarak yayılıyor, iç gıcıklıyor ve insanda hoş duygular uyandırıyordu.

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!