Avrupa Anıları (2)

Avrupa Anıları (2)

Gerçekte gitmek istediğim yer İtalya´dan çok, kendi içimdi. İki tren gidiyordu aynı anda: Birisinde ben vardım ve İtalya´ya doğru yol alıyordum. Diğer trende de ben vardım, bu tren kendi iç dünyama doğru yol alıyordu. Kendimi, yapabilirliklerimi ve hayatın karşısındaki cesaretimi sınamaya başlamıştım bu yolculukta. Denildiği gibi, belki de insan kendisini en iyi yolculuklarda tanır.

Sofya’ya vardığımızda aşağıya inerek istasyonda birkaç mark bozdurarak büfeden yiyecek bir şeyler satın aldım. Sofya güzel bir kentti.

Daha sonra başka bir kompartımana oturdum. Tren yoluna devam etti. Tek tabanca kendimi daha rahat hissediyordum kompartımanda.

Bir süre sonra Yugoslavya sınırına vardık. Tren yine durdu. Bu kez Yugoslav polisi kontrol yapacaktı. Yugoslav polisi, Bulgar polisinden daha ince eleyip sık dokuyordu. Nereye gittiğimi, orada ne yapacağımı soruyorlardı. Üniversite öğrencisi olduğumu ve gezmek amacıyla İtalya’ya gittiğimi söyledim. Sonunda geçmeme izin verdiler.

Ve böylece Belgrad’a ulaştık. Tren burada durdu ve herkes indi. Burada tren değiştirecektim. Yemek yemeye karar verdim. Daha sonra bilet gişesine giderek hangi trene binmem gerektiğini sormaya karar verdim. Ancak buradaki kişi İngilizce konuşmuyordu, bütün yazılar da Kiril alfabesi ile olduğundan hiçbir şey anlamamıştım. Hacı ile trendeki diğer kişiler de birden gözden kaybolmuşlardı.

Bir süre bekledim ve genç birisinden İngilizce olarak yardım istedim. Biraz İngilizce konuşuyordu. Gişeye birlikte gittik ve o çeviri yaparak, ertesi gün için Venedik trenine biletimi onaylatmama yardımcı oldu.

O gece Belgrad’da kalmam gerekiyordu. Tren, ertesi gün öğleden sonra kalkacaktı.

İstasyondan çıkarak ana caddede biraz yürüyerek bir bulvar oteline ulaştım. Pasaportumu istedi hotel görevlisi, teslim ettim pasaportu ona. Burada tek kişilik bir odaya yerleştikten sonra duş aldım ve aşağıya inerek otele yakın küçük bir lokantada yemek yedim.

Daha sonra otele dönerek, pencereden aşağıyı yolu izlemeye başladım. Walkman’ımı de kulağıma yerleştirmiş Ahmet Kaya’yı dinliyordum.

Yavaş yavaş akşam oluyordu, insanlar telaşlı adımlarla evlerine dönüyorlardı. Bulvarda, hayat kadınları müşteri arıyorlardı. Dükkânların neon ışıkları bir bir yanıp yanıp sönmeye başlamıştı.

O an birden kendimi çırılçıplak bir yalnızlığın içerisinde buldum. Koca dünyada, Belgrad’da bir bulvar otelinde yapayalnızdım.

Nereye gidiyordum? Neden içimde karşı konulmaz bir uzaklara gitme isteği vardı? Gittiğim yerlerde ne yapacaktım?

Hiçbir şey bilmiyordum. Belki kendimi arıyordum, bir hazine avcısı heyecanıyla düştüğüm yollarda, belki de hayatımın anlamının peşindeydim.

Ahmet Kaya, söylüyordu:

“Öyle bir yerdeyim ki

Ne karanfil ne kurbağa

Bir yanım mavi yosun

Dalgalanır  sularda”

Daha sonra yatağa uzandım. Yatmadan önce paramı ve üniversite kimliğimi yastığın altına koymuştum. Kaldığım otel pek güven verici bir yere benzemiyordu, kapının kilidi de sağlam değildi.

Sabah uyandığımda kahvaltı yaptıktan sonra, resepsiyona giderek pasaportumu istedim. Fakat oradaki adam pasaportumu bir türlü geri vermiyordu.

Elimle masanın üzerine hafifçe vurarak,

“Passport!” dedim.

Adam bana alaycı bir şekilde bakarak ve sesimi taklit ederek,

“Passport!” dedi.

İngilizce olarak adama,

“Bayım, sizin probleminiz nedir?” dedim.

Bir beş dakika böyle geçti, hâlâ bekliyordum. Adam, telefonla konuşuyordu. Neden sonra getirip pasaportumu verdi. Pis  pis sırıtıyordu. O an neden böyle yaptığını anlamamıştım. Bunu yıllar sonra anladım. O günkü Yugoslavya’nın başkenti Belgrad, bugünkü Sırbistan’ın başkenti idi. Adam bir Sırp idi, muhtemelen de bir Sırp ırkçısıydı. Ben, Türk pasaportuna sahip olduğum için bana öyle davranmıştı. Zaten otel çalışanları da asık suratlıydılar ve bana sert bakışlarla bakıyorlardı. Sözde bile olsa “sosyalist” bir ülkede bu tür davranışlara bir anlam veremiyordum. Bunca yıllık “sosyalist rejim” toplumu bir milim bile değiştirmemiş, insanların içindeki faşizmi ve ırkçılığı yok edememişti.

O gün öğleden sonra Venedik trenine bindim ve İtalya’ya doğru yola çıktık. Kompartımana sürekli insanlar girip çıkıyordu. İstanbullu, İtalya’da üniversite öğrenimi yapan bir genç ile sohbet ettim ve sonra aynı kompartımanda oturduk.

Tren, birçok istasyonda durduktan sonra sonunda İtalya sınırına ulaştık. İtalyan sınırında, İtalyan gümrük polisi trene geldi. Bana sıra gelmeden önce birçok Yugoslav vatandaşını trenden indirdiler.

Bir İtalyan polis geldi, pasaportuma baktıktan sonra,

“Bagaj.” dedi.

İstanbullu öğrenciye baktım, o ellerini iki yana açtı, bir şey yapamayacağını belirtti.

Bagajımı aldım ve polisi izleyerek trenden aşağıya indim. Beni istasyondaki gümrük polisinin odasına götürdüler. Orada birçok Yugoslav vatandaşı oturmuş bekliyordu. Onları, bir sonraki Belgrad trenine bindirerek geri göndereceklerdi.

Bir süre sonra yanıma İngilizce konuşan biri kadın, iki polis geldi. Neden İtalya’ya gitmek istediğimi, ne kadar param olduğunu ve nerede kalacağımı sordular.

“Üniversite öğrencisiyim. Yeterli param var. Turist olarak gezmek ve karikatür sergisi açmak istiyorum. Bir otelde kalacağım.” dedim. Paramı göstermemi istediler.

Elimdeki çerçevesiz birkaç karikatürle onlara hiç güven vermeyen bir turisttim. Yine de beni bırakmaya karar verdiler. Fakat son olarak üniversite öğrencisi olduğumu kanıtlamamı istediler. Kimliğimi görmek istiyorlardı.

Elime cebime attım, kimlik yoktu. Diğer ceplerime, çantama baktım. Hiçbir yerde kimliğimi bulamadım. Umutsuzdum. O an aklıma kimliğimi, paramla birlikte otelde yastığın altına koyduğum geldi. Sabah paralarımı almış ancak kimliğimi orada unutmuştum. Bu öyküye, polisin pek inanacağını sanmıyordum. Kimliğimi kaybettiğimi söyledim. Bunun üzerine kadın polis ellerini iki yana açarak, artık benim için bir şey yapamayacaklarını belirtti.

Birkaç saat sonra gelen Belgrad trenine, beni Yugoslavlarla birlikte bindirerek geri gönderdiler.

Belgrad’a geri döndükten sonra, otele giderek üniversite kimliğimi sormayı düşündüm, ama aklıma resepsiyonist ve asık suratlı otel çalışanları geldi; onlar benim kimliğimi asla geri vermezlerdi.

Hemen o gün İstanbul trenine bindim, burada bir gece daha kalmak istemiyordum.

Belgrad’da dönüş trenine binmeden önce, istasyondaki hediyelik eşya dükkânından, üzerinde çeşitli işlemeler olan küçük tahta bir eşek satın almıştım. Rahmetli annem her zaman gülerek şöyle derdi:

“Gitti, bir gün elinde tahta bir eşekle geri döndü.”

Aslında eşek güzeldi, üzerinde yerel motifler bile vardı.

Aslında Avrupa maceramın başlangıcını iyi açıklıyordu bu örnek: Demir atla gitmiş, tahta eşekle geri dönmüştüm.

O tahta eşeğin zamanla kuyruğu, bacakları koptu, sonunda tümden kırıldı.

Geri döndükten sonra rahatlamıştım. En azından yurt dışına çıkarak biraz hava almıştım. Gideceğim yere varmamış olmama karşın, kendimi başarısız saymıyordum. Bu yolculuğa çıkmak benim açımdan, onu sonuçlandırmaktan daha önemliydi.

Gerçekte gitmek istediğim yer İtalya´dan çok, kendi içimdi. İki tren gidiyordu aynı anda: Birisinde ben vardım ve İtalya´ya doğru yol alıyordum. Diğer trende de ben vardım, bu tren kendi iç dünyama doğru yol alıyordu. Kendimi, yapabilirliklerimi ve hayatın karşısındaki cesaretimi sınamaya başlamıştım bu yolculukta. Denildiği gibi, belki de insan kendisini en iyi yolculuklarda tanır.

Böyle birkaç yıl geçti. Avrupa’ya gitmeyi hâlâ istiyordum, ama bu isteğimi gerçekleştirme yolunda pek adım da atmıyordum.

Devam edecek…

Erol Anar

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!