Charles Bukowski: “Ya Bir Kalıp Bulurdun Kendine, Ya da Açlıktan Ölürdün”

Charles Bukowski: “Ya Bir Kalıp Bulurdun Kendine, Ya da Açlıktan Ölürdün”

Herkes sisteme uyup içine girebileceği bir kalıp bulmak zorundaydı. Doktor, avukat, asker – ne olduğu mühim değildi… Ya bir kalıp bulurdun kendine, ya da açlıktan ölürdün.

Askerlik spordan uzak tutmuştu beni, oysa diğer çocuklar her gün top oynuyorlardı. Okul takımlarına girip ünleniyor, kızları götürüyorlardı. Benim günlerim güneşin altında askeri yürüyüşlerle geçiyordu genellikle. Yürürken tek gördüğüm önümdekinin kulakları ve kıçıydı. Çok geçmeden askeri kurallar canımı sıkmaya başlamıştı. Diğerleri botlarını parlatıp manevralara katılmaktan haz duyuyorlardı. Bana anlamsız geliyordu. İlerde paramparça olmaları için eğitiyorlardı onları. Öte yanda, kendimi bir futbol kaskı ve omuzları vatkalı mavi beyaz 69 numaralı forma ile eğilmiş, bölge savcısının oğlu soldan 60 metrelik bir koşu ile sayı yapsın diye, nefesi tacos kokan acımasız bir orospu çocuğunun önünü kesmeye hazırlanırken de göremiyordum. Sorun seçimlerini hep iki kötü arasında yapmak zorunda kalınandaydı, ve seçimin ne olursa olsun bir parçam daha kesiyorlardı. Kesecek bir şey kalmayana dek. İnsanların çoğu yirmi beş yaşında mahvolmuştur. Araba süren, yemek yiyen, çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapılabilecek en kötü şekilde yapan g.tlerden oluşmuş bir toplum.

İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.

Chelsey Lisesi’ndeydim işte, askerlik sürüyordu, çıbanlarım da öyle. Sorunlu biri olduğumu hatırlatırlardı çıbanlarım bana. Büyük gün gelmişti. Silah Komutları yarışmasında takım birincisi olanlar yarışmanın finali için uzun bir sıra oluşturmuştuk. Ben takım birincisi olmuştum her nasılsa. Bunu nasıl becermiştim bilmiyorum. Müthiş filan değildim.

Günlerden cumartesiydi. Birçok aile vardı tribünde. Biri boru çaldı. Bir kılıç parladı. Komutlar gelmeye başladı. Tüfek sol omuza! Tüfek sağ omuza! Küçük kızlar, mavi, yeşil, sarı, portakal, pembe ve beyaz elbiseleri ile tribündeydiler. Sıcak, sıkıcı ve deli bir gündü.

“Chinaski, takımın onuru için yarışıyorsun!”

“Evet, onbaşı Monty.”

Tribündeki küçük kızların her biri sevgililerini bekliyordu, kazananı, şirket müdürünü. Acıklıydı. Rüzgarda uçuşan bir kağıt parçasının ürküttüğü bir güvercin sürüsü gürültülü bir şekilde kanat çırparak uzaklaştı. Bira sarhoşu olmak için dayanılmaz bir istek duydum. Oradan uzakta olmak istiyordum, herhangi bir yerde. Hata yapan yarışma dışı kalıp sıradan çıkıyordu. Çok geçmeden altı kişi kalmıştık, sonra beş, sonra üç. Aralarındaydım hâlâ. En ufak bir kazanma isteği duymuyordum, biliyordum kazanamayacağımı. Birazdan elenirdim. Ordan çıkmak istiyordum. Yorgundum, sıkılmıştım.

Çıbanlarla kaplıydım. Peşinde oldukları şey benim s..imde bile değildi. Bariz bir hata yapamazdım ama. Onbaşı Monty’nin kalbi kırılırdı. Ve iki kişi kaldık. Ben ve Andrew Post. Çok sevilen biriydi Post. Babası ünlü bir ağır ceza avukatıydı. Karısı, yani Andrew’nun annesiyle tribünde oturuyordu. Post terli ama kararlı görünüyordu. İkimiz de biliyorduk kimin kazanacağını. Enerjiyi hissediyordum ve hissettiğim enerjinin tümü ondan geliyordu.

Ziyanı yok, diye düşündüm, buna ihtiyacı var, buna ihtiyaçları var. Böyleydi işler. Böyle olması istenmişti.

Bu şekilde sürdü. Değişik komutları uyguluyorduk. Gözucumdan futbol sahasındaki kale direklerini gördüm, yeterince denersem büyük bir futbolcu olabilirdim belki.

“SÜRGÜ AÇ!” diye bağırdı komutan ve sürgüyü tek hareketle açtım. Sadece bir klik sesi duyulmuştu. Solumdan ses gelmemişti. Andrew Post dönmüştü. Küçük bir inilti koptu izleyenlerden.

“SÜRGÜ KAPA!” diye bitirdi komutan ve sürgüyü kapatıp hareketi tamamladım.

Post da hareketini tamamlamıştı ama onun sürgüsü açıktı…

Birincilik ödülü günler sona verilmişti. Başka ödül alanlar da vardı allahtan. Albay Sussex sırada ilerlerken diğerleri ile durmuş bekliyordum. Çıbanlarım her zamankinden daha kötüydü ve o yün gömleği her giydiğimde olduğu gibi güneş sıcaktı ve tepedeydi ve üstümdeki o s..tirici gömleğin her yün ipini hissettiriyordu bana. İyi ki bir asker değildim, herkes biliyordu bunu. Şans eseri kazanmıştım, heyecanlanacak kadar umursamamıştım. Albay Sussex için üzülüyordum çünkü ne düşündüğünü biliyordum, belki o da benim ne düşündüğümü biliyordu: onun gösterdiği türden cesaret ve bağlılığı sıradan bulduğumu.

Ve önümdeydi. Esas duruştaydım ama ona bir göz atmayı başardım. Salya durumu düzgündü. Kafası bozulduğunda tükrüğü kuruyordu herhalde. Sıcağa rağmen batıdan iyi bir rüzgâr esiyordu. Albay Sussex madalyayı gömleğime iğneledi. Uzanıp elimi sıktı sonra.

“Kutlarım,” dedi. Sonra gülümsedi bana. Ve gitti.

Yaşlı osuruğa bak hele. Her şeye rağmen o kadar da kötü biri değildi belki de…

Eve yürürken madalya cebimdeydi. Albay Sussex de kimdi? Herkes gibi sıçmak zorunda olan biri. Herkes sisteme uyup içine girebileceği bir kalıp bulmak zorundaydı. Doktor, avukat, asker – ne olduğu mühim değildi. Kalıbını bulduktan sonra ileri doğru gitmeye çalışıyordun. Sussex de herhangi biri kadar çaresizdi. Ya bir kalıp bulurdun kendine, ya da açlıktan ölürdün.

Charles Bukowski

“Ekmek Arası”ndan, Metis Yayınları, Çeviren: Avi Pardo, Birinci Basım: Nisan 1995, İstanbul, sayfa 134-135.

https://www.idefix.com/Kitap/Ekmek-Arasi/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0000000057076

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!