Akdeniz Anıları (6)

Akdeniz Anıları (6)

Ertesi gün ada bardayım yine, bir kutu meşrubat istedim Ramazan’dan, baktım bardak ile getirdi meşrubatı bana. İki litrelik pet şişeyi açıp, oradan isteyenlere bardak bardak veriyorlarmış onu fark ettim o an. Bir yudum aldım koladan birden ağzımdan çıkardım istemeden. Şerbet gibiydi, şişenin dibini koymuş puşt.

Elimi kaldırdım:

“Ramazan gelir misin buraya?”

Geldi bu:

“Bu ne?” dedim bardağı göstererek.

“Kola abi!” dedi.

“Hayır,” dedim “bu şerbet şerbet, bildiğin şerbet! İç şunu görürsün.” dedim, “sen bunu al götür, bana bir şişe bira getir oradan lütfen. Bak senin kraldan çok kralcı olmana gerek yok. Senin insanları kandırarak kazandığın bu para sana gitmiyor.”

Elimle havuzun üzerindeki camlı ofisi işaret ettim.

“İşte orada seni gözetleyen, aynalı camın arkasındaki patronuna gidiyor. Ayrıca benim de aptal olduğumu düşünme.”

“Abi bira daha pahalı, farkı var.” dedi.

Çıkardım cebimdeki kâğıt paralardan attım masaya fazlasıyla:

“Üstü de kalsın!”

Ekledim,

“Ben gazetelere yazılar yazıyorum. Bunu da gazeteye yazacağım, Hotel Saphir’de insanları aptal yerine koyduğunuzu.” dedim.

Kızmıştım. Bu hemen sevindi bahşişe. Tam bir yavşak köylü kurnazı, karaktersizdi bu Ramazan; bir prototip.

Kendimi Dostoyevski gibi hissettim. Karşındaki senin aptal olduğunu düşünürken, sen onu gözlemliyorsun. ‘Ölüler Evinden Anılar’daki bazı sahneler geldi gözümün önüne, gülümsedim. Birkaç kuruş için diz çöken insanlara acıyordum.

Gerçekten de gazetelerde yazılarım yayınlanıyordu o dönemlerde sık sık. Yeni Yüzyıl, Demokrasi ve bazen de Turkish Daily News gazetelerine yazıyordum zaman zaman. Tabii ki meşrubat olayını yazacak değildim, ama kızdım o an öyle söyledim.

Ben buna soğuk davranmaya başladım. Baktım Şef Garson ile oradaki müşterilerden teyze yeğeni kafalamaya çalışıyorlar kendilerince. Kendi aralarında konuşuyorlardı ada barda. Teyzeyi Şef Garson, yeğeni de Ramazan ayarlayacakmış. Baktım teyze ile yeğen havuz başında güneşleniyorlardı.

Ertesi gün yine oradaydım, yine ada barda. Romanımı yazmaya dalmıştım, birden birisi,

“Merhaba!” Umarım rahatsız etmiyorumdur. Bir şey sorabilir miyim?” dedi.

“Buyrun elbette?”

“Siz yazar mısınız?”

“Evet.” dedim.

“Tahmin etmiştim, böyle yalnız başınıza yazıyorsunuz iki gündür.”

Gülümsedim.

Elini uzattı:

“Ben Hale…”

Ben de elimi uzattım:

“Ben Erol, Memnun oldum!” dedim.

“Ben de, ben edebiyatı çok seviyorum, sizinle uygun olursanız bu konuda sohbet etmek isterim. Almanya’dan geldim annem ve kızımla. Buradayız bir hafta.”

Eliyle havuz başındaki annesi ve kızını işaret etti. Baktım o yöne doğru küçük bir kız vardı 7-8 yaşlarında havuzun kenarında ayakta ve bir kadın onun yanında şezlonga uzanmış güneşleniyordu.

“Ben rahatsız etmeyeyim daha fazla, siz yazmaya devam edin lütfen.” dedi.

“Rica ederim,” dedim “teşekkürler.”

Kadın gitti. Kısa kızıl saçlı, 28-30 yaşlarında gösteren, kahverengi gözlü, orta boylu, güzel bir kadındı. Arkasından baktım kadının şöyle bir giderken.

Ben yazmaya devam ediyordum. Ama her zaman olduğu gibi hayatın gerçek romanı, yazılan kurgu romanlardan çok daha ilginç oluyordu.

Tam o anda birden telefonum “bip bip!” diye ses çıkardı. Baktım, Demet’ten mesaj gelmişti. Sevinmiştim bir anda bu mesaja.

“Hesp ayni anda gelmesin,” dedim kendi kendime “başa çıkamam ikisiyle aynı anda.” Gülümsedim.

Tabii ki bir şakaydı bu. Çünkü ilişki aramaya gelmemiştim buraya. Romanımı yazıyordum. Tekrar kısa süreli bir ilişki yaşayıp hayat romanına dalmaya niyetim yoktu orada.

Sezen Aksu’yu dinlemeye devam ediyorduk hotel sakinleri olarak, Kemal Burkay’ın şiirinden yapılan besteyi okuyordu:

“Belki şehre bir film gelir

Bir güzel orman olur yazılarda

İklim değişir, Akdeniz olur

Gülümse

Tut ki karnım acıktı

Anneme küstüm

Tüm şehir bana küstü

Bir kedim bile yok

Anlıyor musun?

Hadi gülümse”

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!