Bireyin Özgür Olmadığı Bir Toplum Köledir

Bireyin Özgür Olmadığı Bir Toplum Köledir

Hani özgürlük nerede? O çok uzaklarda kaldı, hem canım özgürlüğün ne önemi var?  Onlara göre devlet, sistem için yaşa ve öl, bu yeterli.

Özgürlük isteyenler her zaman bütün rejimlerin yok etmek istediği, sallandırmak istediği insanlar değiller mi? O zaman bir rejimin diğerinden ne farkı var ki? Bir takım süslü sözler ve yalan üzerine kurulmuş bir retorik dışında.

“Varoluşa ‘Evet’ diyebilmekten huzur doğar. Cesaret başkaları tarafından yapılan yanlış tercihlere “Hayır” diyebilmekten doğar.” [1]

Hayır diyebilmek, insanın yapması gereken ilk devrimdir, itiraz edebilmek. Şu ya da bu adına yapılan yanlışlara, hatalara, eksikliklere göz yummamak, özgürlük adına itiraz edebilmek. Varoluşu savunabilmektir bu.

Ayn Rand, altruizmi mahkûm ederken özellikle de kişinin kendi çıkar ve haklarını savunması gerektiğini, yani bencilliğin özünde kötü bir şey olmadığını söyler.

Ama altruizm ile bencillik arasındaki dengeyi kurmak gerekir diye düşünüyorum. Eğer bir insanın çıkarları, başka bir insanın köleliği üzerine kurulu değilse kişinin kendi haklarını, öz çıkarlarını, savunması kötülük değildir. Yani Ayn Rand’ın dediği gibi bu anlamda bencillik kötü değildir. Çünkü birey bu anlamda bencillikten uzaklaştığında, kendinden de uzaklaşır.

İnsanın tamamen kendi çıkarlarını düşünüp, başkalarının çıkar ve haklarını çiğnemesinden söz etmiyorum. Ama kişinin kendi hak ve çıkarlarını koruması neden kötü olsun? Zaten kişi bunları kendi korumaz ise kim koruyacaktır onun adına? Burada bir denge kurmak gerektiğine inanıyorum. Toplumsal yaşamdaki bir birey olarak hem kendi çıkarlarımı koruyacağım ve gerektiğinde toplumun çıkarlarını da aynı şekilde koruyacağım. Ama toplumun çıkarlarına, bireyin çıkarlarını feda etmeyeceğim. Çünkü bunun sonucu tarihte olduğu gibi giyotinler, kurşuna dizmeler ve kan banyosu olmuştur. Ve hiçbir çözüme ulaşmamıştır bu yöntem. Birey kurbanlık değildir ki, onu topluma kurban edelim. Özgür bir birey yoksa, o toplum nasıl özgür olabilir?

İnsanlara tercih etme hakkını tanımayan bir sistemin, ideolojinin onları iyi bir yere götürmesi mümkün değildir. Bireyin özgürlüğünü tanımayan bir rejim insanları yalnızca köleliğe götürür.

Birey özgür değilse, toplum da özgür değildir; toplum özgür değilse, zaten birey de özgür değildir. Bu ikisi arasında koparılamaz bir bağ vardır.

***

Bir doktrin, kuram, ya da ideoloji size ölümü sunuyorsa, onun bir dinden, ona inananların da bir dindardan hiçbir farkı yoktur.

“Ben dört yılımı Sibirya’da harcadım. Çünkü insanların aç ve yarı çıplak kaldığını, çizmeler altında ezildiğini görmüştüm. Bu yüzden hürriyet istedim. Ama hâlâ insanların aç ve yarı çıplak kaldığını ve çizmeler altında ezildiğini görüyorum. Sadece bu seferki çizmeler kızıl renkte.”[2]

Çizmelerin renginin değişmesinin ne önemi var ki, özgürlük olmadıktan, baskı olduktan sonra? Ha Çarlığın kara çizmesi, ha Sovyetler’in kızıl çizmesi, hepsi aynı baskı üzerinde yükselmiyor mu? Hepsinin laboratuvarı Sibirya değil mi? Ya da dincilerin, mollaların yeşil çizmeleri… İnsanlar kurban edildikten, köleleştirildikten sonra bunu yapanın ideolojisinin, dininin ne önemi var ki?

Özgürlük isteyenler her zaman bütün rejimlerin yok etmek, sallandırmak istediği insanlar değiller mi? O zaman bir rejimin diğerinden ne farkı var ki? Bir takım süslü sözler ve yalan üzerine kurulmuş bir retorik dışında. Hep seçkinler yok mu saraylarda yaşayan, kapitalist ülkelerde de bu böyle, reel sosyalist ülkelerde de. Her yerde elitler büyüyor, besleniyor. O zaman bu ideolojilerin, dinlerin farkı ne birbirinden?

“Parti istediği kadar vaatte bulunsun, insanları mükemmel bir cennette yaşatacağını iddia etsin. Ne dersen de, ortadaki sebep, o cennetini korkunç bir cehennem haline getirecek. Sen insanların devlet için yaşaması gerektiğini iddia ediyorsun.”[3]

***

“Rusya’da İhtilal olduğu zaman ben on iki yaşındaydım. Bireyin, Devlet için yaşaması gerektiği prensibini ilk defa o zaman duymuştum. Bu düşünce tarzının kötü olduğunu ve yalnız kötülüklere yol açacağını anlamıştım.”[iv]

Birey aslında devlet için de yaşamıyordu, birey devleti yöneten elitleşmiş kesimlerin, ayrıcalıklıların çıkarları için yaşıyordu. Aynı kapitalizmde olduğu gibi, devlet kapitalizminde de birilerinin hizmetçisi idi birey. Çünkü devleti yöneten kesim kendi çıkarlarını, herkesin çıkarları olarak göstermekte mahir idi. Devleti kutsamak, devlet için yaşamak, devlete köle olmak? Fransa’da Robespierre, Almanya’da Hitler yüce önder idi, Rusya’da ise Stalin. Fransa Kralı XIV. Lui gibi Hitler de kendisini devletin kendisi olarak görüyordu, Stalin de. Hepsi de uluslarının babaları idiler rejimler açısından. Söylemleri değişse de, gerçek böyleydi.

“Bir doktrin size ideal olarak, kurbanlık hayvan olmayı, başkalarının sunağında kesilerek can vermeyi öneriyorsa, size standart olarak ölümü sunuyor demektir.”[v]

Bir doktrin, kuram, ya da ideoloji size ölümü sunuyorsa, onun bir dinden, ona inananların da bir dindardan hiçbir farkı yoktur. İşte bunun için “sol” terminolojide birçok sol hareket mücadelede kaybettikleri insanlarını tıpkı dindarlar gibi “şehit” olarak adlandırır, ona kutsal bir gömlek giydirirler. Bu bir dine dönüşmüştür artık. Eğer bir ideoloji, yaşamı değil de, ölümü savunuyorsa, o ideolojinin insanlığa verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. İşte onun için ölüm güzellemesi yapılıyor; sadece dinden farkı öte tarafta bir cennet vadedilmemesi, o cennetin yeryüzünde vadedilmesi.

Aslında yeryüzünde hiçbir zaman bir cennet yaşanmayacaktır dört dörtlük anlamda. En özgür bir toplumun bile kendine özgü sorunları olacaktır. O yüzden ne bu dünyada, ne de öteki dünyada bir cennet vadedilebilir bence. Sorunlar yaşamın doğasından kaynaklanır, hiç sorunsuz bir toplum olamaz bu anlamda. Ama bugünküne oranla birey ve toplumun daha özgür olduğu, daha eşitlikçi bir toplum olabilir özgür toplum, kendi sorunlarıyla birlikte.

Hani özgürlük nerede? O çok uzaklarda kaldı, hem canım özgürlüğün ne önemi var?  Onlara göre devlet, sistem için yaşa ve öl, bu yeterli. Peki eşitlik? Gerçekte o da yok, ama varmış gibi yapılır. Birileri sarayda yaşar, ama herkes eşittir. Ayrıcalıklı kişiler gruplar, sınıflar vardır. Ama sözde herkes eşittir. Anarşist filozoflar daha 1920’lerde Sovyetler Birliği’ndeki rejimin  yıkılmaya mahkûm olduğunu öngörmüşlerdi. Kâhin olduklarından değil, böyle bir sistem ayakta kalamazdı, bunu görmüşlerdi. Hatta Bakunin daha Sovyetler Birliği kurulmadan onun  nereye gideceğini öngörmüştü.

Ancak çok doğru tespitler yapan Ayn Rand, yine de hükümet ve devletten vazgeçemez. Hükümete bir gece bekçisi rolü çizer, ve

“Bir hükümetin tek haklı amacı insan haklarını korumaktır, insanı fiziksel şiddetten korumaktır.”  der.

Bu da yeni bir görüş değildir. Oysa bir yerde devlet ve de hükümet varsa, orada kölelik hep olacaktır. İnsanlar güvenlik kazanma uğruna bu kez siyasal iktidarın şiddetine maruz kalacaklardır. Örneğin bakınız ABD’de Afro-Amerikan kaç kişiyi öldürdü, onları “koruması” gereken polis ve dolayısıyla siyasal hükümet?

İşte o noktaya geldiğinde insan, bir adım daha atıp insanın devletsiz ve hükümetsiz yüzbinlerce yıl yaşadığını görüp, şimdi de bunu yapabileceğini söylemesi gerekiyor. Ama birçok insan o eşiğe gelip orada durmuş. Çünkü onun ötesi özgürlükçü bir toplum ve bir sosyo-politik kuram olan anarşizmdir. Anarşizmden korkmuşlar. Oysa anarşizm korkulacak bir şey değildir, olabilecek en mantıklı sosyo-politik bir kuramdır. Şiddet ve kaos da değildir. Toplumsal anarşizm, özgür topluma giden yoldur. Tek yoldur demiyorum, ama en azından yollardan birisidir.

Erol Anar

Dipnotlar:


[1] Ayn Rand: İhtiyacımız Olan Felsefe, Plato Film Yayınları – 1. Baskı: İstanbul, Haziran 2003 – Çeviri: Nejdet Kandemir, sayfa 42 –

[2] Ayn Rand, “Yaşamak İstiyorum”, Plato,  Ağustos, 2010, sayfa 407.

[3] “Yaşamak İstiyorum”, sayfa 108.

[4] “Yaşamak İstiyorum”, Arka Kapak.

[5] Ayn Rand: “Atlas Silkindi”, pdf, sayfa 1708.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!