Devrim ve Özgürlük (2)

Devrim ve Özgürlük (2)

Özgürlük her zaman tarihte zorunluluğa kurban edilmişti Arendt’in de saptadığı gibi.

O zaman özgürlük ve eşitlik iç içedir, birbirinden koparılamaz. Özgürlük ve eşitlik hemen, şimdi ve burada demek gerekiyor, etiketi ister sağ isterse ‘sol’ olsun her tür sisteme ve her tür devlete karşı…

Şöyle bir cümle okumuştum bir yerlerde: “Eğer var olan sistemden daha geri bir sistem getireceksiniz, devrim falan yapmayın kardeşim. Oturun oturduğunuz yerde.”

Devrim ancak var olan sistemden daha ileri ve daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir sistem getirebilirseniz anlamlıdır. Ve bunu hemen o an yaptığınızda anlam bulur. Ertelenen hiçbir devrim amacına ulaşmamıştır. Kapitalizmde bile sınırlı da olsa var olan bireysel düşünce özgürlüğü ve haklarımı da elimden alacaksanız, bir önceki sistemin kötü bir kopyası olacaksanız devrim yapmayın.

“Örgütlü şiddet (zor) aygıtıyla donanmış bu sürekli organla birer iktidar yapısı olarak kendilerini sürekli kılmayı devrimin zaferi için vazgeçilmez sayarlar ve o amaç aygıtını hem kendilerini sözcü kılanlara hem de düşmanlarına karşı aynı anda kullanırlar.” [1]

İşte burada bir paradoks vardır. “Halk için iktidarı ele aldıklarını söyleyenler, bir süre sonra halka rağmen iktidar etmeye devam ederler. Halkın çıkarları ile iktidarı elinde bulunduran ve kaçınılmaz olarak ayrıcalıklı olan tabakanın çıkarları çelişir, bu kaçınılmazdır. Ama örgütlü şiddeti elinde bulunduran ve bunu halkın “iyiliği” için ve “geçici” olarak uyguladıklarını söyleyenler bir süre sonra şiddetin ve iktidar makinesinin tutsağı olurlar. Gördükleri en küçük bir muhalefeti şiddetle ezmeye yönelirler, bu da onların sonunu hızlandırır. Burada başka bir sosyolojik nokta ise devrimin getirdiği siyasal iktidarı eline alan “aydın” kesimin işçiler, köylüler ve halka olan güvensizliğidir. Çünkü kendilerini “öncü ve bilinçli” olarak görürler, halk ise -bunu açıkça itiraf etmeseler de- bilinçsiz bir sürüdür ve şiddet yoluyla kendi istedikleri yöne onu götürmek zorundadırlar. Bunu da halkın “iyiliği” için yaptıklarını düşünürler. Bu yol tarihte hiçbir zaman başarıya ulaşmamıştır.

Devrim kendi evlatlarını yer mi?

Bu noktada devrim, denildiği gibi kendi evlatlarını yemeye başlar. Çünkü iktidar tabakası içinde de sürekli bir iktidar mücadelesi vardır. Özellikle de parti içinde. Bu mücadeleden zaferle çıkan diğerlerini tasfiye eder, çoğunlukla şiddet yoluyla ortadan kaldırır. Yani aynı amaç için yıllarca mücadele edenler, birbirlerine düşer ve birbirlerini öldürürler. Bu hem Fransız Devrimi’nde hem de Rus “devrimi”nde görülmüştür.

“Bu tasfiyenin ilk hedefi dünün devrimci yöneticileri, özellikle de devrimin ilk anlarının en ünlü adlardır. Bu önderler halkın adeta tapındığı devrimci kahramanlar arasında yer aldığı için, onlan hedef alan terör büyük özenle düzenlenmiş bir ayın türü geliştirmek zorundadır… Terör ya da sabotaj eylemlerine girişmek (Kamanev, Zinovyev, Robespierre, Saint-Just), yabancı devletler hesabına çalışarak devrime ihanet etmek (Radek, Tuhaçevski, Danton, Desmoulins), devrimci iktidan devirmeyi amaçlayan komplolar düzenlemek (Buharin) gibi suçlamalardır bunlar.” [2]

“Bu özgür düşünceli insanın düşüncesi öylesine özgürdür ki, kabul etmediği her felsefe ona yalnızca gülünç ve tuhaf değil suçlu da görünür. Mutlak doğruyu bir tek kendisinin bildiğini düşünerek kendi kendini pohpohlar. Bundan öylesine emindir ki görüşü ile çatışan her kişi onun gözünde iğrenç bir canavar, bir halk düşmanıdır… Bu görüşler tanrısalı reddettiklerini ileri sürseler de, aslında onu eskisini arttıracak bir biçimde yeniden kurarlar … Kendisinden ve dostlarından başka hiç kimseye düşünce özgürlüğü yoktur bundan böyle. İşte … buna özgür düşünce diyor.” (Gustave Le Bon: Devrimin Psikolojisi, Scala Yayınları, sayfa 92-93.)

Efendiyi değil Efendilik sistemini kaldıran, sarayda yaşayanı değiştiren değil, sarayın kendisini kapatan bir devrimi istiyorum yalnızca. Birisinin vali, diğerinin temizlik işçisi olduğu, ama sanki eşitlik varmış gibi kendisini kandırdığı hiyerarşik bir rejimi istemiyorum adı ne olursa olsun. Adı ne olursa olsun bir diktatörlüğü istemiyorum, geçici olduğunu iddia etsen bile. Adına ister zorunluluk de, isterse başka bahanelerin ardına gizlen… Bir dakika bile bir diktatörlükte yaşamak istemiyorum. Proletarya diktatörlüğünü de istemiyorum, bürokratik parti diktatörlüğünü de, başka çeşit diktatörlüğü de. Devrim her açıdan gerçek eşitlik ve özgürlük getirmeli.

Bireyin hakları olmadığında toplumsal haklardan da söz edilemez. Çünkü toplum soyut bir kavram değildir, o bireylerden oluşur. Bireyleri tutsak, kısıtlanmış, hakları ertelenmiş bir toplum -adı sosyalist olsa bile- köleci toplumdur, özgürlükçü değil. Şimdi hemen ve burada benim insan, canlı olmaktan kaynaklanan her hakkımı ve özgürlüğümü tanımıyorsan, kusura bakma senin getireceğin sistemi almayayım ben. Çünkü o sistem var olandan daha geri olacaktır. Hapishanelerini, zorunlu çalışma ve toplama kamplarını, işkencelerini, infazlarını almayayım ben. Tarihte çok örneğini gördük.

 “Devrimler daima, başlangıç aşamalarında hayret verici bir kolaylıkla başarılı olurlar; çünkü devrimleri başlatanların yaptığı, düpedüz dağılma içindeki bir rejimin iktidarını toplamaktan ibarettir.” [3]

Bir iktidar gider, bir diğeri gelir

Burada gördüğümüz gibi bir iktidar değişimine neden olmaktadır devrim, bunu görmekteyiz. Çoğunlukla da hep böyle olmuştur: Bir iktidar gitmiş, bir diğeri gelmiştir. Bir koltuktan birisi kalkmış, bir diğeri oturmuştur. Birisi bunu kendi adına yapmıştır, bir diğeri ise halk adına.  Ama koltuğun kendisi aynen orada durmaktadır. Kimse koltuğu ortadan kaldırmayı ve köleliğe son vermeyi denememiş, ona oturmayı yeğlemiştir. Değişen yalnızca ağızdan süzülen sözcükler olmuştur. Kimi liberalizm adına koltuklara oturmuştur, kimi sosyalizm adına. Efendi hep oradadır, nöbet değişimi gibi. (Tıpkı Foucault’nun dediği gibi, “Sadece bir nöbetçi değişikliğiydi.” der Rus devrimi için)

Örneğin Rusya’daki Şubat 1917 devrimini düşünelim. Her şey başlangıçta iyi gidiyordu, geçici Kerenski hükümetinin yanlış ve hatalarına rağmen. Sovyetler (Konseyler) egemendi. Ve bunlar tabandan gelen istekleri yansıtıyorlardı bir biçiminde. Sınırlı da olsa bir basın özgürlüğü vardı.

Bookchin Şubat devrimi konusunda şöyle yazıyor:

“Yine de, dört yüz yıllık yan Asyalı bir otokrasiyi bir haftadan az süren sokak savaşıyla sahneden silen Şubat Devrimi, bir anda Rusya’yı Batı dünyasının en özgür liberal demokrasisi haline getirmişti. 1917 yılının Mart ayında Geçici Hükümet modern Avrupa tarihinin pek eşine rastlamadığı bir dizi ilerici reform yapacaktı. Konuşma, basın ve toplantı özgürlüğünün yanı sıra sendika kurma ve grev hakkım da teminat altına alan bir kişisel özgürlükler paketi —bu kanlı savaşın ortasında— kabul edilmişti. Proletaryanın geniş bir kesimine sekiz saatlik işgünü sağlanmıştı. İdam cezası kaldırılmış, bütün siyasal tutuklulara af ilan edilerek, komplocu devrimcilerin Rusya’ya dönmesinin önü açılmıştı. Irka, dine ve resmi statüye dayanan yasal eşitsizlikler ortadan kaldırılmış, Rusya tarihinde ilk defa Yahudilerin yurttaşlık hakları tanınmıştı.” [4]

Yine de hükümet vardı, ama hükümetin yanısıra Sovyetler (Konseyler) bir denge kuruyordu halktan ve işçi köylülerden yana. Yine de benim ideal hükümetim değildir bu. Çünkü ideal hükümet olmayan hükümettir benim için. Halkın kendisini özyönetimler aracılığıyla, doğrudan demokratik yöntemlerle yönetmesidir. Bakanların, başbakanların, valilerin, diplomatların olmadığı bir toplumdur ideal olan. Ama Şubat devrimiyle kurulan hükümet elbette -burjuva hükümeti olmasına karşın- Ekim’de kurulan Bolşevik hükümetinden çok daha ilerici ve özgürlükçüydü.

Ancak Bolşeviklerin iktidarı Ekim ayında ele geçirmeleriyle her şey değişti. Bütün özgürlükler kaldırıldı. Hatta Çarlıktan daha beter, daha gerici bir ortam doğdu. Trajik olan adı Sovyetler olan bir Bolşevik hükümetinin, işe önce Sovyetleri yok etmesiyle başlamasıydı. Adım adım Sovyetler (Konseyler) yutuldu, partiye aktarıldı, dağıtıldı, ele geçirildi,  başka parti ve hareketlerden olan ya da işçi ve köylü üyeler çıkarıldı. Sovyetler, Bolşevikleştirildi, parti tarafından yutularak ortadan kaldırıldı. Sadece ülkenin isminde Sovyetler vardı. Yani bu Şubat devriminin ve öncesi 1905’in mirasının ortadan kaldırılmasıydı aynı zamanda. Katliamlar, suçlamalar başladı ve rejimin sonuna dek 70 küsur yıl böyle devam etti. Koltuklar aynen oradaydı, kişiler değişiyordu. Yine saraylarda efendiler yaşamaya devam ediyorlardı, konaklarda da. Ama ağızlarından “sosyalizm, eşitlik” sözleri eksik olmuyordu. Korktukları tek sözcük özgürlük idi. Onu kullanmamayı, anmamayı tercih ediyorlardı. Hatta bu tavır o kadar içselleştirilir ki, özgürlüğü küçümsemeye, yok saymaya kadar götürebilir.

Bunu da Hannah Arendt, Duverger’den aktardığı bir cümle ile açıklar:

“Esasında ‘“halkın, halk tarafından yönetilmesi’ formülünün yerine, ‘halkın, kendi içinden çıkan elitler tarafından yönetilmesi’ formülünü” koymak, parti sisteminin doğası gereğidir.” [5]

Partiler değişir, adları “komünist, sosyalist, liberal, muhafakar vs…” olur fakat elitleşmekten asla kaçınamazlar, çünkü ortada koltuk vardır. Koltuğa oturan elittir. Elitizm üzerine kurulu sistemlerdir bunlar. Bunun için partilerin adları, ideolojileri değişse de aynı şeye, elitizme hizmet ederler söylemleri ne olursa olsun. Çünkü parti sistemi, disiplin, elitizm, hiyerarşi kaçınılmaz olarak bu sonuca götürür.

(Bu konuda şu yazımı okuyabilirsiniz.)

Yapılması gerekeni tarih defalarca kanıtlamıştır: İktidarı halka vermek, buna aracılık ya da yardım etmek, ama siyasal iktidarı ele almaya çalışmadan bunu yapmak. Ve halkın konseyler, sivil organizasyonlar, merkezi olmayan gönüllü federasyonlar, kooperatifler ve dernekler gibi organizasyonlar aracılığıyla özyönetim ile, doğrudan demokrasi yöntemlerini geliştirerek kendi kendisini yönetmesidir. Burada bir devlet örgütlenmesinden değil, bağımsız bir yapıdan söz ediyorum elbette. Buna “ütopik” diyenler çok. Oysa bu antik Yunan demokrasisinden kaynaklanan bir arayıştır özünde. (Farklılıkları olsa da)

Özgürlük her zaman tarihte zorunluluğa kurban edilmişti Arendt’in de saptadığı gibi. Ertelenmişti o, hep kovulmuştu devrimin barikatlarında kazanılan “zaferlerden” sonra. Onu kovanlar da halkın kendisi değil, içinden çıkan elitlerdi. Çünkü elitler iktidarı istiyorlardı, koltuğu, onların özgürlükle işleri yoktu gerçekte. Özgürlüğü yalnızca işlerine geldiklerinde bir söylem olarak kullanıyor, daha sonra ise eziyorlardı ilk fırsatta. (Alexander Berkman, ‘Anarşistin Yaşamı’ adlı kitabında Lenin’i Kremlin Sarayı’nda ziyaret ettiklerinde, onun kendilerine şöyle dediğini yazar: “Özgürlük, bir burjuva önyargısıdır.”) Çünkü bu ideolojilerinin bir gereği idi. O ideoloji ne olursa olsun, bu sonuca yol açıyordu.

Özgürlüğü en öne koymayanlar, ona asla ulaşamayacaklardır. Özgürlüğü iktidarın arkasında saklayanlar, asla ne kendileri özgür olacak, ne de halka özgürlük vereceklerdir. Halk ancak kendi özgürlüğünü kendisi verebilir. Ancak bunun özgürlükçü ve özgürlükten vazgeçmeyen, siyasal iktidarı yıktıktan sonra birilerinin kendisini yeniden köleleştireceği başka bir siyasal iktidarın kurulmasına izin vermediği ölçüde gerçekleştirecektir. Özgür toplumun ilk koşulu, Özgürlüktür, şimdi, burada ve anında olan özgürlük. Asla ertelenemeyen…

Eşitlik sadece üretim araçlarının bireysel mülkiyetini ortadan kaldırmak demek değildir. Gerçek eşitlik kağıt üzerindeki eşitlik de değildir. Gerçek eşitlik hiyerarşinin olmadığı, tam bir düşünce ve ifade özgürlüğünün hayata geçirildiği, bireyin topluma kurban edilmediği ve insan olarak onun düşüncelerine moral değerlerine olanak sunulduğu, ayrıcalıklı tabakaların ve yöneticilerin olmadığı bir sistemdir. Bu, toplumun kendi kendisini doğrudan demokratik özyönetim ile yönettiği bir toplumdur. Her bireyinin ayrı ayrı değerli olduğu bu toplum özgür toplum olma yolunda ilerleyebilir ancak. Eşitlik sadece ekonomik anlamdaki eşitlik değildir; her anlamdaki eşitliktir. Ve eşitlik tıpkı özgürlük gibi birtakım bahanelerin ardına gizlenerek ertelenemez. Onu ertelediğinizde yaşayamaz. Bir kelebek gibi o an ölür. O zaman özgürlük ve eşitlik iç içedir, birbirinden koparılamaz. Özgürlük ve eşitlik hemen, şimdi ve burada demek gerekiyor, etiketi ister sağ isterse ‘sol’ olsun her tür sisteme ve her tür devlete karşı…

Erol Anar

14 Nisan 2020

Paraná

Yazının birinci bölümü için (buraya) tıklayınız.

Dipnotlar


[1] Andre-Clement Decoufle: Devrimler Sosyolojisi, Çeviren: Mehmet Aközer, İletişim Yayınları Cep Üniversitesi, İstanbul, 1. Basım: Nisan 1991, sayfa 102.

[2] Decoufle, age, sayfa 108-109.

[33] Hannah Arendt: Devrim Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul, Aralık 2012, sayfa 150.

[4] Murray Bookchin: 1905’ten 1917’ye Rus Devrimleri 3, Dipnot Yayınları, Ankara,  s.198.

[5] Duverger, age, s 425, Aktaran: Hannah Arendt, age, sayfa 371.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!