Bir Baskı Aracı ve Ideolojik Aygıt Olarak Devlet

 

 Şöyle der yazar: “Birey, devlet’le pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz: Üstelik parayı da kendisi basar.” Devlet kendisine başkaldıran ve onu sorgulayan bütün bireyleri ortadan kaldıramaz. İşte o zaman yeni taktik devreye girer; Le Guin bunu yine aynı kitabında şöyle açıklıyor: “Yok edemezsen evcilleştir.”

Aristoteles’ten Platon’a Hegel’e Marx’a kadar birçok filozof ve kuramcı devlet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Platon, “Devlet” adlı yapıtında devletin kurulmasının amacının toplumun mutluluğunun sağlanması olarak açıklar. Hobbes ise, eşit insanların diğer insanlarla uzlaşmak için bir sözleşmeye ihtiyaç duyduğunu, onun da devlet kurumu olduğunu savunur. “Man and Citizen” adlı yapıtında Hobbes, insanların doğa durumunda ‘özgür’iken, zorunlu olarak kurdukları sivil toplumda yasaların belirlemediği alanlarda ‘özgür’ olduklarını belirtir. Rousseau’dan Kant’a birçok düşünür daha özgürlük ve devlet ve toplum üzerine düşüncelerini açıklamışlardır. Alman sosyolog Weber ise, modern toplumlarda bireyin özgür olamayacağının altını çizer. Weber“Economy and Society” adlı yapıtında rasyonalite üzerine düşünür. Burada bunların hepsini sıralamaya gerek yok.
Hegel ise devleti kamu yararının kurucusu olarak görmüştür. Marx buna karşı çıkmıştır.
Ȍzellikle “Alman İdeolojisi’nde devlet kavramı açıklanmıştır. Marx’ın “Fransa’da İç Savaş” adlı kitabında devlet ve sosyalist iktidar biçimi ile ilgili bir dizi tespit yer alır. Kısaca öncelikli görevin, burjuvazinin devlet aygıtını parçalamak olduğunu (ortadan kaldırmak değil) ortaya koyar. Ancak polis ve hiyerarşi yine vardır, fakat tüm bunlar komüne karşı sorumludur. Marx, bu noktada Paris Komünü’nü örnek verir. Marx, devlet aygıtının baskıcı yönünü ortadan kaldırarak, onu ezilen sınıf adına kullanmak gerektiğini belirtir.
Evet 1871 Paris Komünü, devletin en az devlet olduğu bir yönetim deneyimidir. Belki de insanın tarihsel olarak bugüne kadar görmüş olduğu en ileri yönetim biçimidir. Çünkü bir bürokrasi yoktur Komün’de. Seçilmişleri geri çağırma yöntemi işletilir. Fakat çok kısa süren bir deneyim olmuştur.
‘Devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda zaten devlet var olmayacaktır’
Belki de devlet kavramını en iyi açıklayan Lenin olmuştur, “Devlet ve Devrim”adlı eserinde şöyle der: “Devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda zaten devlet var olmayacaktır.”Belki de devlet kavramını en iyi açıklayan Lenin olmuştur, “Devlet ve Devrim”adlı eserinde şöyle der: “Devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda zaten devlet var olmayacaktır.”
Sosyalist devletin sönümlenerek ortadan kalkması, Marksistler açısından bir sonuçtur, ancak bu bir süreç sonunda nesnel koşulların oluşumuyla ortaya çıkar. Marx’ın sözünü ettiği devletin baskıcı yönünü ortadan kaldırarak o aygıtı kullanmak olası mıdır? Ya da iktidar gerçekten kendini sönümlendirebilir mi, doğası buna izin verir mi? Şimdiye dek yaşanılan reel “sosyalist” devlet oluşumlarında bunu göremedik. Bunlar olunca da baskı ortaya çıkıyor doğal olarak. İktidar kendini sönümlendirmediği gibi, tam tersine giderek güçlendi. Ve halk adına, halkın üzerinde tahakkümde bulundu. Çünkü sistemin polisi, askeri, hiyerarşisi vardı.
İşte bu noktada belki yeniden düşünmeye ihtiyaç var, o sınıf ya da bu sınıf adına kullanıldığı açıklanan devlet aygıtı olduğu sürece, o kendini sönümlendirmiyor, aksine daha da güçleniyor. Devletin baskıcı yönünü ortadan kaldırmak olası değildir, çünkü devlet aygıtının kendisi bir baskıdır. Tarihte örnekleri görüldüğü üzere işçi sınıfı adına kullanıldığı iddia edilen devlet aygıtı, bizzat işçi sınıfının özgürlüklerini ortadan kaldırabiliyor.
Anarşistler ise Marksistlerden farklı olarak, insanlığın kurtuluşunun devleti tamamen ortadan kaldırıvermekle mümkün olacağını savunurlar. Devletin varlığına doğrudan karşı çıkan ve bir devrimle bu aygıtı tamamen ortadan kaldırmayı yalnızca anarşist ideoloji hedefler. Anarşistler, insanın ve toplumun devlet aygıtına ihtiyaç duymadan özgürce yaşayabileceği tezini işlerler. İşte anarşizmin bu yönü beni etkiler.
Anarşist edebiyatın en büyük isimlerinden birisi Ursula K. Le Guin başyapıtı “The Dispossessed=Mülksüzler”de devlet ve birey ilişkisini son derece güzel açıklar. Yazar, Dostoyevski’nin “The Possessed” kitabının isminden esinlenmiş. Bu kitaptan çok etkilenmiştim. Ve yeniden okuyorum şu günlerde. Şöyle der yazar: “Birey, devlet’le pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz: Üstelik parayı da kendisi basar.”
Devlet kendisine başkaldıran ve onu sorgulayan bütün bireyleri ortadan kaldıramaz. İşte o zaman yeni taktik devreye girer; Le Guin bunu yine aynı kitabında şöyle açıklıyor:
“Yok edemezsen evcilleştir.”

Anarşist kuramcı Bakunin şöyle diyor: “”En radikal devrimciyi alın ve onu tahta oturtun; bir yıl bile geçmeden o Çar’dan da beter olacaktır.”

Anarşist kuramcı Bakunin şöyle diyor: “”En radikal devrimciyi alın ve onu tahta oturtun; bir yıl bile geçmeden o Çar’dan da beter olacaktır.” İşte bu söz iktidar kavramının insanı nasıl kendisine, değerlerine ve topluma karşı yabancılaştırdığını çok iyi ortaya koyuyor.
Evet neo-liberalizmin yaptığı tam da budur bugün: Kitleleri evcilleştirmek ve sisteme itaatkâr kılmak. Eğer yok edemiyorsa, iktidarı bile verir sistem bir süreliğine muhalifine ve onu sistem içinde evcilleştirir. Neo-liberalizm, devleti gerektiği kadar aza indirmeyi savunur, ama bunu yaparken devletin baskıcı, hiyerarşik yanını korur. Yani devleti bürokratik olarak aza indirgerken, diğer yandan onun birey üzerinde denetim, otorite ve baskısını arttırır.
Devletsiz yaşamak olası mı?
Ortalama insan, devletsiz yaşamanın olası olmadığını, bunun bir kaosa yol açacağını ve dolayısıyla bir devlet aygıtına ihtiyaç olduğunu düşünür. Çünkü sistem, binlerce yıldır insanlara bunu öğretmiştir. Kaos nedir, kim kaosu çıkarmaktadır? Oysa, kaosu yaratan sistem ve onun aygıtı devletin kendisidir.
Devlet kendi yasalarını çiğneyebilir, fakat bunu birey yaptığında “suç” olur. Bizzat sistemin çelişkilerinin yarattığı bireysel “suç” oranı her geçen gün bütün ülkelerde artıyor. Peki devletin varlığı “suç’u engeller mi? Buna da hayır diyebiliriz. Devlet kendi yasalarını hiçe sayarak, interneti gözetler, vatandaşlarını fişler, onların telefonlarını dinler. Devletler, havalimanlarında bir gram uyuşturucuyu köpeklerle ararlar, ancak diğer yandan tonlarca uyuşturucuyu kendileri ülkelerine sokarlar. En son ABD’nin uyuşturucudan kazandığı bu kayıtsız parayı, savaşlarda kullandığı ortaya çıktı. Devletin varlığı uyuşturucu ticaretini engeller mi? Engelleseydi böyle büyük çaplı bir ticaret, dünyanın dört bir yanında olmazdı.
Peki polis kimi korur? Anarşistlere göre polis yurttaşı değil, devleti korumak için vardır. Yani polis, devleti halka karşı korur.
Devlet öyle bir kurumdur ki, önünde ne varsa onu yok etmeye programlanmıştır. Mantıktan yoksun olarak işlemektedir. Ȍrneğin Brezilya’da yaşanan bir olay bunu iyi açıklamaktadır: Bir kadın bir papağanı, balkona koyar ve ona polis geldiğinde bağırarak kendisini uyarmasını öğretir. Bir gün polis evin önünde göründüğünde papağan, “Polis geldi, polis geldi!” diye bağırır. Ve sonra ne mi olur? Papağan suç ortaklığından tutuklanarak cezaevine gönderilir. Evet fıkra değil gerçek bir örnek; devlet kurumunun ne olduğunu çok iyi ortaya koyuyor
Sonuç olarak devlet kurumunun oldugu her yerde “suç” vardır, çünkü “suç’u yaratan sistemin bizzat kendisidir.
Devletsiz yaşamak olasıdır. İnsanlar eğer kendilerini yönetecek kapasitede değillerse ve çobana ihtiyaç duyuyorlarsa, zaten insan değil, robotturlar. Artık kendi kendini yöneten robotlar bile var.
Hangi rejimin devleti olursa olsun, devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük varsa devlet yoktur. Devlet varsa medyayı manipülasyon yapmak için kullanır; ayrıca devletin olduğu yerde hapishaneler ve düşünce suçu vardır. Artık hiyerarşinin, polisin, gücün olmadığı, iktidarsız bir özgürlük hedeflemek için kafa yormak gerekiyor. Yani iktidarsız, hiyerarşisiz, sömürüsüz ve sınıfsız gerçek bir özgürlük.
Nietzshche, devlet kavramı hakkında “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabında şunları söyler:
”Devlet diyorum, herkesin,
iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yer. Devlet…
İyilerin ve kötülerin, herkesin kendini kaybettiği yer.
Devlet…
Herkesin yavaş yavaş intihar etmesine
‘yaşam’ adı verilen yer.”
Belki de devlet kavramının en iyi anlatıldığı cümlelerden birisidir bu: “Herkesin yavaş yavaş intihar etmesine yaşam adı verilen yer.” Evet, devlet ve iktidar insanların kendilerini kaybetmesine neden olur, Nietzsche’nin dediği gibi. Bu kendini kaybetme, bir yabancılaşmadır.
Emma Goldman, “Kızıl Emma Konuşuyor” adlı kitabında, “Almayı arzuladığımız kadar özgürlüğümüz vardır.”der.
İktidar olgusu, çağlar boyunca insanın birbiri üzerinde egemen olma, yönetme ve yönlendirme arzularına neden olmuştur. Bu olgu, imparatorluklar kurmuş, yıkmış, toplumsal ve bireysel düzlemde ise ilişkilerin niteliğini belirlemiştir.
İktidarın birçok biçimleri vardır, ancak akla ilk olarak devlet gelir.
İktidar olgusu o kadar güçlüdür ki, tanrıların içkisi Soma’ya benzer, içenin başını döndürür, onu bir imajinasyon dünyasına sokar. Kişi, artık kendisini neredeyse tanrısal düzeyde güçlü görür ve dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanır. İktidarı kaybetmemek için artık yapamayacağı şey yoktur. Örneğin Osmanlı tarihinde görüldüğü gibi oğullarını, kardeşlerini gözünü kırpmadan kurban etmekten çekinmez. Önce bir kez aday olunur, sonra ikinci kez. Sonra üçüncü kez ve yüzüncü kez bile yapılabilirse. İktidar duygusu sınır tanımaz, iktidar virüsü insanın içine girdiğinde, onu korkunç bir yabancılaşmaya iter.
İktidara tabi olanlar açısından ise, onun iktidar sahibi güçlere olan itaatinin tapınmaya kadar gidebileceği bir etkileşime yol açar. Bu durum, iktidar sahibi kişi, grup iktidarını kaybedene dek geçerlidir. O iktidarını kaybettiğinde, toplum hemen “Kral öldü! Yaşasın Kral!” diyerek yeni iktidar sahibine tapınır. Bu noktada, iktidar sahibinin ideolojisinin de bir önemi kalmaz. Önemli olan iktidarı elinde bulundurandır. Ancak hiçbir iktidar sonsuza kadar sürmez. An gelir bir anda yıkılır ve o an iktidarın yıkıcı baskısı altında ezilenler, kendi güçlerini bir an olsun fark ederler; esas güç onlardadır. Ancak daha sonra yeniden başka biçimde bir iktidar gelir başlarına. Bu böyle sürer gider.
Anarşizm ve Marksizm genel olarak aynı hedefi gözetirler: Sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplum kurulması. İki ideoloji bunun yöntemi üzerinde ayrışırlar. Marksistler, iktidarı ele alıp onu ezilenlerin (özellikle işçi sınıfının) çıkarları doğrultusunda kullanmaya ve devlet aygıtını ise kendiliğinden sönmeye bırakırlar. Anarşistler ise devrim olur olmaz hemen devlet, her türlü iktidar ve hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı hedeflerler.

”Devlet diyorum, herkesin,
iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yer. Devlet…
İyilerin ve kötülerin, herkesin kendini kaybettiği yer.
Devlet…
Herkesin yavaş yavaş intihar etmesine
‘yaşam’ adı verilen yer.”

En iyi iktidar, olmayan iktidardır
Bu noktada, Max Stirner’in sözüne gönderme yapmak istiyorum: “En iyi iktidar, en az yöneten iktidardır.”
Anarşistler açısından, en iyi iktidar, hiç olmayan iktidardır.
Bakunin ise, iktidarı elinde bulunduran modern devleti özü ve hedefleri bakımından askeri bir devlet olarak niteler ve eğer fethetmezse fethedileceğini söyler. (Bakunin, 1998: 63) Yani bir bakıma iktidar olmazsan, başkalarının iktidarı altında olursun; Bakunin’in ortaya koyduğu gibi askeri devletin felsefesi budur.
Günümüzde ise neoliberalizm, en küçük hak arayışlarına bile tahammül edememekte ve sert polisiye önlemlerle sistemi korumak istemektedir. Yani “liberal özgürlükler” yine sistemin kendisi tarafından yok sayılıyor. Küresel olarak işsizlik artmakta, tarihsel olarak elde edilmiş sosyal haklar tırpanlanmakta, özgürlükler gün geçtikçe yok edilmektedir.
Bu, 1990’lı yıllardan itibaren dünyaya yayılan “neoliberal otoriter devlet” anlayışı olarak da tanımlanmaktadır. Zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu bu ortamda da, neoliberal anlayış, önüne çıkanı ezip geçmektedir. Yani sonuç olarak sistem şunu demektedir topluma ve tek tek bireylere: “Sizin haklarınızı ne zaman kullanıp kullanmayacağınıza ben karar veririm. Bu hakları istediğim vakit çiğnerim, ayaklar altına alırım; bunu da kendi koyduğum hukuk ve yasalarımla yapabilirim.” Buna en çok şaşıranlar ya da şaşırmış gibi yapanlar ise, sistemin neoliberal organik aydınları olur.
Gelişmiş kapitalist ülkeler, “güvenlik sorunu” adı altında, insan hakları değerlerini her gün çiğnemekte ve kendi hukuklarını ayaklar altına almaktadırlar. Bu, “terör ve güvenlik” gerekçesi devletlerin sürekli kullandıkları bir “neden” olmuştur. Çünkü toplum belleğinde bu kelimeler öyle yerleştirilmiştir ki, bunları söyleyince akan sular durur. Ucuz Amerikan filmlerinde olduğu gibi, devlete göre bu bir “ulusal güvenlik” sorunudur. Oysa gerçekte “ulusal güvenlik” adı altında yapılanlar, her zaman toplumun çıkarlarına aykırı olmuştur. Bu konuda birçok örnek verilebilir.
“İktidar duygusu ölümcül derecede yabancılaştırıcıdır. İktidar duygusu ve hırsını yenebilen bir kişiye artık hiç kimse hükmedemez. Ve artık bu kişi hükmetmek ve hükmedilmek duygularından arınmıştır.” (Anar, 2000: 132)
Erich Fromm, “To Have or To Be” adlı yapıtında otorite kavramını rasyonel ve irrasyonel olarak ayırarak şöyle der: “Otorite tamamen farklı iki anlamı olan geniş bir terimdir. Rasyonel otorite yeterliliğe dayanır ve ona yaslanan kişinin gelişmesine yardım eder. İrrasyonel otorite ise güce dayanır ve ona tabi olan insanın sömürülmesine hizmet eder.” (Fromm: 2008: 31)
Nietzsche ise devleti bütün soğuk canavarların içinde en soğuğu olarak tanımlar ve onu herkesin kendini yitirdiği yer olarak tanımlar. (Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 65-67) Nietzsche ise “İktidar İstenci” yapıtında, tüm insanlığın güç ve iktidar istenci tarafından yönlendirildiğini iddia ederek, hayatın temel istencinin iktidar sahibi olabilmek olduğunu belirtir.
Reel sosyalizmin tarihinde de buna benzer örnekler yaşanmıştır. Çok az kimse Che Guevara gibi, koltuğunu bırakıp kenara çekilerek “bir üye olarak görevimi yapayım.” demiştir. Bir kez, iki kez, üç kez hatta ölüme kadar iktidar olmak duygusu insanda egemendir.
İktidar arzusu bir devlet başkanında da, bir apartman yöneticisinde de aynıdır. Örneğin benim yaşadığım apartmandaki yönetici kadın, dört yıldır görev yapmaktadır. Ancak çok eleştiriye maruz kalmıştır yaptığı gereksiz harcamalar nedeniyle. Ancak yine de beşinci kez aday olmuştur. Kimse iktidarın getirdiği avantajlardan ve emri altında yönlendirebileceği kişiler olması duygusundan kolay kolay vazgeçemiyor. Bu bir içgüdü gibi insanın ruhunu ele geçiriyor.

“Senin özgürlüğün benim köleliğimdir”
Son tahlilde, diğer bir kişinin, bir grubun ya da devletin iktidarı altında yönetilen bir kişi özgür olabilir mi? Böyle bir kişinin liberal özgürlük anlayışı çerçevesinde özgür olması olası mıdır? Bu özgürlük anlayışı, yalnızca belirli sınıfların, diğer sınıflar üzerindeki egemenlik anlayışını beraberinde getirir. Yani herkes için özgürlük olamaz. Çünkü toplumsal sınıflar ve tek tek bireyler de eşit değillerdir kapitalist sistemde. Öyleyse bazı moral ve politik liberal değerler, yalnızca toplumsal gerçek bir özgürlüğü engellemek amacıyla sistem tarafından kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Tarihsel olarak birçok düşünür ve filozof bu konuda düşünce üretmiştir.
Örneğin anarşist düşünür Max Stirner, burjuva liberal anlayışını eleştirir ve bu anlayışın, özgürlük anlayışının kendisinin özgürlüğünü içermediğini belirterek şöyle der: “Bu, beni yönetenlerin, baskı altına alanların özgürlüğüdür, Tiranların. Devlet, din, moral değerler beni senin kölen yapıyor, senin özgürlüğün benim köleliğimdir.” (Stirner, 2004: 89)
Yine Bakunin ise bunu sahte anayasallığın parlamentarizm oyunu olarak niteler “Devlet ve Anarşi” adlı kitabında.
İnsan ne zaman özgürleşir, iktidar olma, birbirini yönetme ve egemenlik isteği sona erdiğinde, insan gerçekten özgür olma yoluna girecektir. İşte o zaman savaşlar, insanın insan üzerindeki tahakkümü ve çağdaş kölelik de sona erecektir.

İnsan ne zaman özgürleşir, iktidar olma, birbirini yönetme ve egemenlik isteği sona erdiğinde, insan gerçekten özgür olma yoluna girecektir. İşte o zaman savaşlar, insanın insan üzerindeki tahakkümü ve çağdaş kölelik de sona erecektir.

Bir baskı aracı ve ideolojik aygıt olarak devlet
“Devlet, bir baskı aracı olduğu gibi aynı zamanda ideolojik bir aygıttır da. Devletin bir yönü değil, iki yönü vardır: Baskıcı bir aygıt olma ve ideolojik bir aygıt olma.” (Althusser, 1991:83)
Althusser’in bu tespiti, devletin yalnızca bir baskı aracından ibaret olmadığını, ideolojik bir aygıt olduğunu açıkça ortaya koyarken, aynı zamanda, tüm siyasal sınıf mücadelelerinin de devlet iktidarına bağlı olarak anlam taşıdığına vurgu yapar. İşte Althusser’in Marksizme katkısı da burada ortaya çıkıyor.
Stirner ise, devleti insanların yarattığını ve onun bir soyutlama olduğunu söyleyerek şöyle der: “Devlet gücü, gerçekte bizim gücümüze dayanır. Eğer ona itaat etmeye karşı çıkılsaydı, otoritesine teslim olmaya karşı çıkılsaydı, Devlet hakim olabilir miydi? Her türden yönetimin, onun bizi yönetmesine razı oluşumuza dayandığı itiraz edilemez değil midir? Siyasal iktidar yalnızca zorlamaya yaslanamaz. Bizim yardımımızı, bizlerin itaate rızasını gereksinir. Birey yalnızca bu iktidarı kabullendiğinden dolayı değil, kutsalın önünde, otoritenin önünde kendisini küçük düşürdüğünden dolayı Devlet var olmaya devam eder.” (Stirner 1993: 284)
Stirner’in dile getirdiği gibi, devletin gücü aslında tek tek bireylerin ve toplumun gücüdür. Ancak bireylerin ve toplumun devlete devrettiği bu güç, aslında kendilerine doğrulmuş sürekli bir tehdittir. Yani bir çeşit, bu kapitalist sistemde, “iktidar olamayan, iktidara tabi olur.” gerçeğidir. Güç, hegemonya ve hiyerarşi ile toplum yönetilir. İktidar büyüdükçe, birey de o derece küçülür ve güçsüzleşir. Bu gücün kendisi dışında, kendisinden bağımsız bir şey olduğuna ve yenilemeyeceği yanılsamasına kapılır. İşte itaat olgusu da tam bu noktada devreye girer ve sistem böylece varlığını devam ettirir.
Nietzsche ve Heidegger’dan çok etkilenen Foucault ise, özellikle Nietzsche etkisini bir vahiy olarak niteler. Foucault’nun özellikle ilgilendiği kavramlardan birisi iktidar’dır. O, iktidarı, egemenliği elinde bulunduranlar ile ona sahip olmayanlar arasında paylaşılan bir şey olarak düşünmez.
“Bu bakımdan, ona göre, iktidar yeri belirlenemez olan, hiçbir zaman birilerinin elinde bir zenginlik ve bir mal gibi sahiplenilebilir olmayan, sadece dolaşımda olan ve işleyen bir şey olarak çözümlenmelidir. Bu açıdan bakıldığında, bireyin iktidarın karşısında durduğunun değil, onun hem etmeni hem de aracısı olduğunun ve iktidarın kendisini oluşturan bireyler aracılığıyla yayıldığının düşünülmesi gerekir (Foucault, 2002: 43-44).
Devlet ile siyasal iktidar (hükümet) arasında da fark vardır. Devlet sistemin aygıtıdır; daha kalıcıdır, hükümet yani siyasal iktidar ise geçici ve özde değiştirici değil, uygulayıcıdır. İkisinin iç içe geçtiği bazı rejimler de olmuştur, özellikle faşizmde.
İlk anarşist düşünür olarak nitelenen Proudhon şöyle der:
“İktidar; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. İktidar her türlü işlemle, her türlü hakaretle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. İktidar kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır; en ufak bir direniş ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, azarlanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkûm edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır; alay edilmek, gülünç düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. İktidar budur, onun adaleti budur, onun ahlâkı budur.”
Bakunin, Proudhon’u “anarşistlerin ustası” olarak niteler.

Bir gün insanlık, “olmayan iktidar”a sahip olduğunda, işte o gün gerçek özgürlüğe giden yol da açılmış olacaktır.

Bakunin, “Devlet ve Anarşi” adlı kitabında ise, devrimin birinci görevinin “devleti ortadan kaldırmak” olduğunu belirtir. Bakunin, devrime o sıralar en yakın olarak da İtalya’yı görür.
Şöyle der: “Bu devlet, Yid’lerin* ve bir bankacılar çetesinin mali, bürokratik politikalara ve polis rejimine dayalı saltanatını ifade etmektedir ve esas itibariyle askeri güce güvenir. Tabii biz onu sahte-anayasallığın parlamentarizm oyununda izleriz. En ileri boyutta gelişim sağlamak için modern kapitalist üretim vê banka spekülasyonu, tek başına milyonlarca emekçiyi sömürüsüne tabi kılmaya muktedir aşın merkezi (leştirilmiş devletlere ihtiyaç duyar. İşçi birliklerinin, gruplarının, komünlerinin, mahallelerinin ve nihayet eyaletlerinin ve uluslarının aşağıdan yukarıya federal örgütlenmesi -ki bu hayali özgürlüğün karşısında gerçek özgürlüğün biricik koşuludur- bu devletlerin özlerine, ekonomik otonominin herhangi bir çeşidi kadar aykırıdır. Oysa sözde-temsili demokrasileriyle gayet güzel idare edip gitmektedirler.” (Bakunin, 2000: 61-62)
Sistemde seçimler ise, iktidarı değil, yalnızca uygulayıcıyı değiştirir. Ve halkın belirleyici olduğu yanılsaması böylelikle sağlanır. Güya halk kendi tercihiyle yönetilmektedir. Oysa halkın bu sistemde, sistemin iktidarını değiştirmeye yetkisi yoktur.
Bir gün insanlık, “olmayan iktidar”a sahip olduğunda, işte o gün gerçek özgürlüğe giden yol da açılmış olacaktır.

Erol Anar

Referanslar
Fromm, ERICH (2008),”To Have or To Be”, Continium Publishing House, New York.
Stirner, MAX (2004) “O único e sua propriedade”, Editoras Refrectarios, Lisboa-Portugal.
Stirner, MAX (1993) “The Ego and Its Own”, Rebel Press, London.
Foucault, MICHEL (2002) “Toplumu Savunmak Gerekir”, Çev. Şehsuvar Aktaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Althusser, LOUIS (1991) “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, (Çev: Y. Alp ve Mahmut Özışık), İstanbul: İletişim Yayınları.
Bakunin, MIHAIL (2000) “Devlet ve Anarşi”, Ȍteki Yayınevi, Birinci Basım, Ankara.
“Anarşistler neden otoriteye karşıdırlar?”, http://beneaththeground.org.
Anar, EROL “Aşklar ve Yalnızlıklar”, Hera Yayıncılık, İkinci Basım. Ankara.
Çelebi, VEDAT (2013) “Michel Foucault’da Bilgi, İktidar ve Ȍzne İlişkisi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 5, No: 1.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!