Akdeniz Anıları (13)

Akdeniz Anıları (13)

Ertesi gün sabah erkenden uyandım ve kahvaltı yaptım; kahvaltı çok zengindi, açık büfe idi. Ondan sonra otelin kapısının oraya gittim. Orada Hale, annesi ve kızı bekliyorlardı, bir de otobüs vardı.

Hale beni annesi ile tanıştırdı.

“Yolculuk bir saatten biraz fazla sürüyormuş.” diye beni bilgilendirdi.

Hale benim yanıma oturdu; annesiyle, kızı da hemen iki üç sıra önümüzdeki iki koltuğa oturmuşlardı. Böylece yolculuğa başladık.

Hale  bu kez edebiyattan değil de, kendi hayatından söz ediyordu yavaş yavaş. Açılmaya, içini dökmeye başladı. Bunu yapmaya ihtiyacı vardı belki, özellikle de hiç tanımadığı bir yabancıya, o an için bana.

Tahmin ettiğim gibi dul bir kadınmış, iki yıl önce eşinden ayrılmış.

“Eski eşimin bir mini marketi vardı Almanya’da yaşadığımız kasabada. Alkole düşkünmüş bilmiyordum, hap, uyuşturucu her şey varmış bunda. Öyle kişilere de takılmaya başladı, batakhanelere. Hiç para vermiyordu bize. Hızla dükkândaki malları satıp yedi. Eve hep alkollü geliyordu, bana birkaç kez şiddet uyguladı, polis çağırdım. Bir süre gözaltında bile kaldı. En son mahkeme bizim eve yaklaşmasını yasakladı. Korkuyorum.”

Ben ara sıra camdan dışarıya bakıyor ve hiçbir şey demeden sessizce onu dinliyordum.

“Çocukta psikolojik sorunlar, uyumsuzluklar başladı bu yüzden. Psikoloğa götürüyorum. Baba sevgisi görmediği için size yakınlık hissetti çocuk.” dedi.

“Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordum.

“Ben yaşlılar evinde hemşire olarak çalışıyorum yıllardır. İşim iyi, memnunum. Maaşım da iyi. Ama her şey onunla bitmiyor. Bu adama nereden bulaştıysam… İyi görünüyordu önceleri.”

“Hep öyle görünürler önceleri, ne yazık ki,” dedim.

Üzülmüştüm kadına ve çocuğa. Sorumsuz bir insan yüzünden bütün aile acı çekiyordu her zaman.

“Sonra borçlarından ve bazı konulardan dolayı hapse bile düştü; alkolik, bağımlı, psikolojik sorunları olan bir insan o, düşünebiliyor musunuz kızımın halini?”

Sustu bir an:

“Ama ailesinin ekonomik durumu iyiydi, onu bir kliniğe yatırdılar, bağımlılık tedavisi görüyor.”

Hep dediğim şey buydu, Türk filmleri abartılıydı, ama kesinlikle hayattan daha az abartılıydı. O filmlerdeki dramlardan çok daha abartılı hikâyeler, hemen her yerde, çevremizde yaşanıyordu.

İnsanlar size yalnızca güzellikler, aşk vs… ile gelmiyordu, aynı zamanda sırtlarında hayatın verdiği sorunları da getiriyorlardı. Bir insan size içini açtığı zaman, sanki bir kamyon çakıl taşı önünüze dökülmüş gibi oluyordu. İnsan tanımanın üzücü yanı da buydu bence. Daha kısa bir zaman önce varlığından haberinizin bile olmadığı bir insanın sorunlarına üzülüyordunuz.

İnsan olmak zordu, kime dokunsanız bin ah işitiyordunuz. Üzücüydü tabii ki bu durum. İnsan olmak zordu, ama kadın olmak daha zordu elbette, üstelik yalnız başına çocuklu bir kadın.

”Sizin de başınızı şişirdim kendi sorunlarımla, ama anlatmak istedim size. Sizin beni anlayabileceğinizi düşündüm, yazarsınız siz.”

“Teşekkür ederim güveniniz için. Üzüldüm size ve çocuğa.”

***

Neyse sonunda Aspendos’a ulaştık. Rehberimiz eşliğinde geziyorduk antik kenti. Antik bir kent olan Aspendos, M.Ö. 10. yüzyılda Akhalar tarafından kurulmuş. Buradaki ünlü tiyatro ise, M.S. 2. yüzyılda Romalılar tarafından inşa edilmiş. Kılavuzumuz bu bilgileri bize geçiyor gezerken. Etkileyici antik bir tarihsel alan. Özellikle buradaki açık hava tiyatrosu çok büyük ve etkileyici sağlam bir yapı olarak günümüze kadar gelmiş.

Ben turistik geziye değil, roman yazmaya geldiğim için bu bölgeye, fotoğraf makinesi getirmemiştim. Keşke makine getirseymişim yanımda, o zamanlar fotoğraf çekinmeye çok önem vermezdik. Ama şimdi kalırdı, iyi bir anı olurdu. Ama Hale getirmişti fotoğraf makinesi bol bol fotoğraf çekti, benim de birkaç fotoğrafımı çekmişti. Ama onda kaldı fotoğraflar.

Aspendos’un trajik bir efsanesi de varmış. Şöyle bir efsane tam olarak:

“Aspendos kralının bir zamanlar herkesin evlenmek istediği çok güzel bir kızı vardır. Kral kızını kime vereceğini bilemediği için halka, ‘Kim halkımız, kentimiz için en yararlı şeyi yaparsa kızımı ona vereceğim’ diye duyurur. Bunun üzerine iki ikiz kardeş iki büyük yapı yaparlar. Biri kente çok uzaklardan, karmaşık yolları birçok zorluğu geçerek, su getiren su kemerleri; öteki ortasında yere metal para atıldığında üst sıralardan bile sesinin duyulduğu dünyanın akustik olarak en iyi tiyatrosudur. Kral su kemerlerini gördükten sonra kızını su kemerlerini yapana vermek ister. Bunun üzerine tiyatronun mimarı Zenon krala bir oyun oynar. Kral tiyatronun üst sıralarında gezerken bir fısıltı duyar: ‘Kral kızını bana vermeli.’ Akustiğe hayran kalan kral kızını büyük bir kılıçla ikiye ayırır ve kardeşlere verir.” (Kaynak: Vikipedi)

O gün iyice orada dolaştık, sonra ilçeye giderek öğle yemeği yedik yakında. Öğleden sonra yeniden hotele döndük. Yorulmuştum, ama değmişti.

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!