Her Aidiyetimiz Benliğimiz Üzerindeki Bir Prangadır

Her Aidiyetimiz Benliğimiz Üzerindeki Bir Prangadır

Dönüşüm ve gelişim süreklidir, insan sürekli olarak kendisini ve her şeyi, herkesi sorgulamalı ve dönüşmelidir,

Ben kimsenin kulu değilim, kimsenin önünde diz çökmüyorum, kimse benim efendim değil. Hiçbir “tek adam”ı kendimden yukarıya koyup, ona tapmıyorum. Benim için hiç kimse tek adam değil.

Bu benim sürekli elimde, yıllardır olan tekrar tekrar okuduğum bir kitaptır: “Biricik ve Mülkiyeti”. Yazarın düşüncelerinin tümüne katılmasam da, beni çok sarsan düşünceleri vardır. Tarihin “lanetlenmiş filozofu” Max Stirner. Lanetlenmiştir, çünkü o “ben”i en öne koymuştur, kendisinden yukarıya kimseyi koymamıştır. İşte bunun için lanetlenmiştir o. Çünkü o zamana kadar herkes ya kişileri ya da kavramları kendiliğinin üzerine koymuştur, o ise bunu reddetmiştir.

Ben olmaya çağrı yapar sürekli Stirner. Çünkü şöyle bir düşünelim, her şey bizi ben olmaktan, kendimiz olmaktan uzaklaştırır. Kişilere, kavramlara, ideolojilere tapınma bunların hepsi kendimizden uzak kalmaktır. Giderek kendimizle arayı açar, bir başkası bir yabancı oluruz. Herkes bizim kendimiz olmamamız için elinden geleni yapar. Dinler, inançlar, ideolojiler hepsi bizi birbirimize benzetir; farklılıklarımızı törpüler, onları yok eder. Bir kampa, gruba, partiye, çevreye girmemiz için zorlar.

Örneğin sisteme muhalif bir gruba, kuruma katıldığımızı farz edelim. Bize ilk vadettikleri şey özgürlüktür. Ama bunun tersini yaparlar. İlk işleri bizi benliğimize yabancılaştırmak ve tüm özgürlüğümüzü avucumuzdan almaktır. “Sen şunu yapamazsın, onu yapamazsın, öyle davranamazsın, düşünemezsin, onu yazmazsın.” derler hemen. Hatta devletten daha çok karışırlar senin özel yaşamına. Yani öyle bir dünya ki bu, ben olarak kendimi ait hissedebileceğim hiçbir kavram ve grup, parti, aidiyet yoktur. İşte onun için aidiyetlerimi yok etmeliyim, ben olmak için. Yapacağım ilk iş budur. Bunu yapmadığım takdirde hiçbir zaman kendi benliğime kavuşamayacağım. Bunu yapmadığımda ne kendim, ne de insanlar, canlılar ve ekolojik ortam için iyi şeyler yapamam. Bir robottan başka bir şey olamam.

“Eğer Sen … her an kendini dönüştüremezsen, kendini bir köle gibi elin kolun bağlı ve donup kalmış hissedersin.” [i]

İşte Stirner’in bu sözleri içinde bulunduğumuz durumu çok iyi açıklıyor. Dönüşüm ve gelişim süreklidir, insan sürekli olarak kendisini ve her şeyi, herkesi sorgulamalı ve dönüşmelidir, her gün her an yeniden, gelişmelidir. Ama toplumun büyük çoğunluğu hiç de böyle değildir. Baktığımızda insanlar sanki zamanda donmuşlardır. Aynı düşünceler ve aynı davranış biçimleri artık otomatikleşmiş ve duygulardan iyice yoksundur. Anlamını yitirmiş ve içi boştur, ama onların umurunda değildir;  oynar giderler ölene dek.

Sıradan insanlar istiyorlar itaat edecek, sorun bu.

***

“Efendisinin kulu olan herkes onu sevmekle yükümlüdür. Bu sevgiyi inkâr etmek, ölüm cezasını hak eden bir ihanet suçu sayılmaktadır.” [ii] diyor yine Stirner.

Ben kimsenin kulu değilim, kimsenin önünde diz çökmüyorum, kimse benim efendim değil. Hiçbir “tek adam”ı kendimden yukarıya koyup, ona tapmıyorum. Benim için hiç kimse tek adam değil. Eleştirilemez ve yukarıya koyduğum, kutsadığım hiçbir kişi yok kendi dünyamda. İki şey benden çok uzaktır: Milliyetçilik ve din.

Bunun için herkes gücü, iktidarı ele geçirmeye çalışıyor. İşte Stirner de güç ve hak kavramlarının nasıl bir arada olabildiğine vurgu yapıyor ve şöyle diyor:

“Güç kimde ise hak ondadır. Eğer sizde bunlardan biri yoksa, diğeri de yoktur.”[iii]

Güçlü olan hep haklıdır denildiği gibi, haklı olan ise zaten güçlüdür. Gerisinin ise hiçbir önemi yoktur: Özgürlük, adalet, eşitlik bunlar iktidarı ve gücü elinde bulunduranların umurunda değildir. Hatta toplumun çoğunluğunun da umurunda değildir çoğu zaman.

Ben diğer insanlarla bir noktada buluşmaya hazırım. Ama bir “biz”in içine girip orada özgün benliğimi kaybetmek istemiyorum. Çünkü şimdiye dek bu anlayıştaki “biz” “ben”i yutmak üzere tasarlanmıştır. Ben’den hiçbir şey geride bırakmamacasına. Beni bir robota, itaat makinesine dönüştürmek ister bu “biz”. İşte benim itirazım böylesi bir “biz”e. Yoksa sosyal bir varlık olarak diğer insanlarla ortak bir takım şeyler yapabilirim. Ama hiçbir insan bana hükmetmemeli, benim kişiliğimi grup içinde yok saymamalı, beni eritmemeli. Çünkü sistem, devlet, her tür muhalefet, herkes itaat edecek birini arıyor. İşte o aranılan kişi ben değilim.

George Orwell, “1984” adlı yapıtında, “Bağlılık düşünmemek demektir. ” diye yazar. Çünkü senin adına düşünen birileri vardır hep ve senden itaat etmeni beklerler sadece.

Sağdan sola, her tür ulusalcıdan dinciye herkes bireyin özgün ruhunu yok etmiş ve tek bir şey istemiş o da itaat. Bu kolaylarına geliyor. Sıradan insanlar istiyorlar itaat edecek, sorun bu.

Her aidiyetimiz, benliğimiz üzerindeki bir prangadır.

Hiçbir kuruma, devlete, kişiye, ideolojiye, cemaate, örgüte, partiye, gruba, çevreye, lidere… bağlı değilim ve bağlanmak da istemiyorum. Tek başımayım ve böyle de mutluyum kendi ayaklarımın üzerinde. Kimseden emir almadan. Çünkü kimse bana hiçbir şey adına emir veremez. Kimse bana nasıl düşünmem gerektiğini de söyleyemez.

***

Tarihe baktığımda iki şey görüyorum: Birincisi özgürlüğün peşinde koşan insanlar. Ve ikincisi ise, özgürlüğü iktidar kavramına boğduran liderler.

Yani birinci kategorideki insanlar gerçekten özgürlüğün peşinde koşmuş ve onu istemiş olanlar; bunlar tabandaki “sıradan” şef olmayan insanlar ve samimiler. Bu yolda ölenler de genelde bunlar oluyor. Şefler, liderler ölmüyorlar ya da nadiren ölüyorlar.

İkinci kategori ise özgürlüğün peşinde koşuyormuş gibi yapıp aslında siyasal iktidarın peşinde koşan ve daha sonra onun nimetlerinden kişi olarak yararlanmayı düşünen ya da yararlanmış insanlar. Bunlar da şefler, liderler kategorisinde. Bunlar sanki Efendiliğe karşı çıkıyormuş gibi yapıp, siyasal iktidarı ele geçirince yeni Efendi olanlardır. Devrim olduğunda bunların ilk işleri saraya taşınmak oluyor. Yani bunlar sanki insanları özgürlüğe götürüyormuş gibi yapıp, onları köleliğin yeni bir biçimine götürenlerden oluşuyor.

Vardığım sonuç ise şu: Hiyerarşiden, şeflerden, kurtarıcılardan ve liderlerden arınmayan eşitlikçi, yatay, gönüllü bir biçimde örgütlenmeyen, kendi içinde doğrudan demokrasiyi hayata geçirmeyen, özgür bireye önem vermeyen hiçbir mücadele özgür bir topluma varamaz. Çünkü daha baştan eşitsizlik, ayrıcalık ve kölelik üzerine kurulmuştur.

Erol Anar

Dipnotlar


[i] Max Stirner: Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları, sayfa 52-53.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/biricik-ve-mulkiyeti/316236.html

[ii] Stirner, age, sayfa 251.

[iii] Stirner, age, sayfa 238.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!