Sartre ve Foucault Üzerine (1)

Sartre ve Foucault Üzerine (1)

Yani birisi Hegelci, diğeri ise anti-Hegelci idi.

Çünkü Sartre geleneksel anlamda entelektüeldi, Foucault ise farklı ve daha köktenci anlamda sorunlara yaklaşan bir arkeologtu, bilgi arkeologu.

20. yüzyılın  Fransız felsefesi fazlasıyla politiktir ve iki aktör öne çıkar, iki büyük Fransız entelektüeli: Jean-Paul Sartre ve Michel Foucault. Birisi hayatının son döneminde kendisini “kendine özgü bir anarşist” olarak tanımlayan, ama aslında kendine özgü bir Marksist olan bir entelektüel. (Sartre) Diğeri ise anarşizme yeni ufuklar, yeni yollar açmasına, yeni bakış açıları kazandırmasına karşın, kendisini anarşist olarak tanımlamaktan kaçınan bir entelektüel. (Foucault)

Birisi kendine özgü biçimde Hegel’in yolunda gitti -aslında oradan da sapıyor- (Sartre), diğeri ise Nietzsche’yi okuduğunda sarsılarak onun yolunda gitmeye karar veriyor. (Foucault) Yani birisi Hegelci, diğeri ise anti-Hegelci.

Baştan şunu söyleyeyim gerek kitaplarında gerekse röportajlarında kendilerine özeleştirel yaklaşım konusunda Foucault’yu daha açık ve rahat gördüm. Sartre kendisiyle yapılan özellikle son dönemlerdeki söyleşiler (Özellikle de ‘Sartre Sartre’ı Anlatıyor’ adlı kitapta) geçmişteki hataları dile getirildiğinde hep “O zaman öyle davranmak gerekiyordu.” gibi genel yaklaşımlar sergiliyor ve hatalarını düşüncelerinin değişmesini koşullar ve konjonktür ile açıklamaya çalışıyor. Yani kendine özeleştirel yaklaşan bir Sartre göremedim yazdıklarında. Foucault ise geçmişteki söylemlerini dile getiren gazeteciye onların geçmiş söylemleri olduğu konusunu rahatça söyleyebiliyor. Yani Sartre dünde kalmış, Foucault ise o anı yaşıyor gibi. Benim iki entelektüelin hemen tüm kitap ve birçok söyleşilerini okuduktan sonra nesnel olarak vardığım bir düşünce bu. Diğer bir konu Sartre’ın egosunun Foucault’dan çok daha büyük boyutlu olduğunu düşünüyorum.

Jean-Paul Sartre

“XX. yüzyıl Fransız felsefesi iki ana kola ayrılır. Bir tarafta Marksizmle beslenen Hegel felsefesi izleyicileri (fenomenoloji ile birlikte) olan Sartre, Merleau-Ponty, Althusser çizgisi, diğer tarafta Nietzsche’nin izleyicileri Bataille, Foucault, Deleuze, Guattari çizgisi. Bu iki çizgiyi birbirinden ayıran en önemli olgu otorite (iktidar) sorunudur. Hegel izleyicileri insanı, sistemin otoritesine teslim etmiş ve Marksist çizgide araçlaştırmıştır. Nietzsche izleyicileri ise sistemi reddetmiş, insanın kendi varlığını her otoriteden bağımsız olarak gerçekleştireceğini ileri sürmüşlerdir. (Bu arada psikanalizin ve Lacan’ın yasasının da insanı sisteme bağımlı kıldığını belirtelim.) Foucault’nun tüm yapıtları, insanı iktidar ilişkilerinden kurtarma çabasıdır.”[1]

Bu noktada her iki kamptaki entelektüellerin iktidar kavramına yaklaşımları, her şeyi belirleyecek düzeyde farklıdır. Bunların kendi aralarında bile bu konuda yaklaşım farklılıkları olmakla birlikte, iktidar kavramı bu iki kamptaki entelektüelleri ayrıştırarak çok farklı yollara götürür. Foucault’nun iktidar kavramına yaklaşımı dönemi itibarıyla devrimci olmuştur. Hegel geleneğinden gelen iktidar kavramını bir anda paramparça etmiş, iktidar kavramına tamamen yeni bir bakış açısı getirmiştir. Hegel geleneğinde devlet kültürü önemlidir, devletten vazgeçemez bu gelenek. Marksizm de devletten vazgeçememiş, son tahlilde “geçiş devleti” teorisini oluşturmuştur. Ancak Foucault, iktidarın yerinin sadece devlet olmadığını görmüş ve mikro iktidarlardan söz etmiştir. Bu tamamen yeni ve devrimci bir bakış açısıdır.

Michel Foucault

Aslında Foucault başlarda Hegel felsefesi ile ilişkilidir. Althusser’in etkisinde kalıyor ve hatta bu yüzden Hegel’e ve daha ötesine Marksizme de ilgi duyuyor, Komünist Parti’ye üye oluyor hatta. Ama bu etkiden çabuk kurtuluyor kendi anlamında.

Bu makalede Sartre’ın bir entelektüel olarak politik düşünceleri ve kişiliği üzerinde duracağım. Bir de felsefesi. Edebiyatçı kimliğini değerlendirmeyeceğim. Belki bunu başka bir yazıda yapabilirim. Foucault ile Sartre arasında bir fark da Sartre’ın edebiyatçı kimliğinin oluşudur. Foucault ise edebiyata yabancı değildir. O edebiyat eleştirisi yapar kendi özgünlüğü içinde, bir okur olarak da edebiyat hakkında konuşur, ama yazın anlamında edebiyatçı kimliği yoktur Sartre gibi.

Sartre…

Sartre: Total entelektüel olarak nitelendi

Sartre, sömürgeciliğe karşı da açık tavır aldı. Bu noktada Fransa’nın Cezayir işgaline karşı çıktı. Net tavır aldı. Kamuoyu baskısına uğradı. Fanon’un ünlü “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına önsöz yazdı. Bu önsöz Fanon’un çok hoşuna gitmese de, Sartre Avrupalı kimliğini sorguluyor ve sömürgeciliği mahkûm ediyordu.

“Ama, diyeceksiniz yine, biz metropolde yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz. Doğru, siz sömürgelerdeki Avrupalı değilsiniz, ama onlardan daha iyi de değilsiniz. Sömürgeciler sizin öncülerinizdi, onları deniz-aşırı topraklara siz gönderdiniz, sizi onlar zengin etti.” [2]

Ayrıca kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülünü de reddetti. Cezayir işgalinde açıkça kendi ülkesi Fransa’ya tavır aldı. Baskıya uğradı, ama adı o kadar büyüktü ki gözaltına alınamadı.

Sartre kitaplarında hep özgürlük sorunu ile uğraştı. “İnsan özgür olmaya mahkûmdur.” dedi. Foucault ise özgürlük kavramını doğrudan ele alıp çok sorgulamadı, iktidar kavramıyla uğraştı. Ama böylelikle özgürlük kavramıyla da dolaylı olarak uğraşmış oldu.

Gerek Sartre gerekse Foucault cezaevlerindeki mahkûmların sorunlarına duyarlı insanlardı. Bu amaçla birçok kampanya ve etkinliğe bizzat katılırlardı, bazen de beraberce.

Bir gün Jean-Paul Sartre, Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion – RAF), Baader-Meinhof Grubu) üyesi Ulrike Meinhof’dan bir mektup alır. Mektupta Ulrike, Sartre’ı Almanya’ya davet etmekte ve onun Baader’in ve arkadaşlarının yaşadığı cezaevi koşullarıyla ilgilenmesini rica etmektedir.

Sartre, kalkıp Almanya’ya gider bunun üzerine. Ama Alman hükümeti bundan hiç memnun değildir. Sartre gibi yaşadığı dönemin en popüler entelektüeli olan bir kişinin oraya gelmesi tüm dünyanın dikkatini bu davaya çekmiştir. Alman hükümeti onun cezaevini ziyaret etmesini yasaklar, ama yapılan görüşmeler sonrası onun Alman televizyonuna çıkarak “terörü” kınaması istenir; eğer böyle yaparsa cezaevi ziyaretine izin verilecektir. Sartre düşünür, oraya mahkûmların cezaevi koşullarının iyileştirilmesini sağlamak üzere gelmiştir. Bunu kabul eder ve o akşam televizyona çıkarak “terörü” de kınar, aynı zamanda mahkûmlar üzerindeki hükümet baskısını da. Ertesi gün cezaevi ziyaretine izin verilmiştir.

Sartre cezaevine gider ve Baader ile karşılaşır. Ancak Andreas Baader ona sadece bakmakta ve onunla hiç konuşmamaktadır. Çünkü Sartre’ın televizyonda yaptığı kınamayı duymuştur.

Daha sonra Sartre’a bu konu sorulduğunda şöyle diyecektir: “İyi de ben oraya politik amaçla değil, hümaniter bir amaçla, mahkûmların cezaevi koşullarının iyileştirilmesi için gittim.”

Sartre yaşadığı dönemde en popüler filozoftu

Fransa’da yapıtlarına getirilen yoğun eleştiriler ise zaman zaman Foucault’yu bunaltıyor ve yurt dışına çıkıyor soluk almak üzere. İsveç, Tunus, Polonya, Almanya… gibi ülkelerin üniversitelerinde dönem dönem çalışmalar yaptı. Bu dönemlerde yoğun eşcinsel ilişkilere de girdi. Eşcinselliğini saklamıyordu Foucault ama yine de bu durum bazı ülkelerde hoş karşılanmıyordu o dönem. Hatta Fransız Konsolosluğu’na şikayet edildiği de oldu bu konuda. Sonradan “Cinselliğin Tarihi”ni de yazacaktı. Bu alanda da yeni bir bakış açısı geliştirecekti.

Foucault hapishanenin tarihini yazmış ve ceza sistemini ilk kez kapsamlı olarak inceleyen ve farklı bir bakış açısı getiren bir filozof olarak Sartre ile birlikte bu konudaki pratik eylemliliklere de katılmaktadır.

Varoluşçuluk ondan önce var olmasına karşın, onu popüler bir felsefe haline Sartre getirmiştir.

Sartre, Marx’tan ve bazı Marksistlerden birçok alıntı ve göndermeye yer verdiği, diyalektik üzerine tartışmada şöyle der:

“Gerçekten, Marx, tarihin dialektik oluşumunu tanımlarken, üretim ilişkilerinin – bütün teşkil ettiği fikrinden hareket ediyor. önemli olan budur. Dialektik yasalarının kolayca anlaşılması basitçe şuradan ileri geliyor: bu yasalar, her zaman durumunu muhafaza eden ve toplumu bir tüm olarak ortaya çıkaran tümleme hareketinin açık tanımlamalarıdır.” [3]

Foucault ise diyalektik materyalizm kavramına sıcak yaklaşmaz.

“Teriminin tam anlamıyla ‘diyalektik materyalizm’ -yani, tarih yorumu, felsefe, bilimsel ve siyasi yöntembilim pek bir şeye hizmet etmemiştir. Siz, diyalektik materyalizmi kullanan bir bilim insanı gördünüz mü hiç? Komünist Parti, taktiğinde, diyalektik materyalizmi uygulamaz… Diyalektik materyalizm, siyasal ve polemik kullanımları önem taşıyan, evrensel bir gösterendir; o bir işarettir, ama onun pozitif bir araç olduğu kanısında değilim.” [4]

Bu ve benzeri birçok düşünceleri farklıydı Sartre ve Foucault’nun. Çünkü Sartre geleneksel anlamda entelektüeldi, Foucault ise farklı ve daha köktenci anlamda sorunlara yaklaşan bir arkeologtu, bilgi arkeoloğu.

Bana gelince ben her iki entelektüeli de severim, onlardan etkilenmişimdir, hâlâ da etkilenirim. Sartre’ın hem edebi yapıtlarından, hem de bir filozof olarak varoluşçu kimliğinden. Varoluşçu yanıma seslenir bu. Foucault ise liberter kişiliği ve iktidar konusundaki radikal yaklaşımı ile etkiler beni. İktidara devrim niteliğindeki yeni yaklaşımı benim önüme önüme sayısız kapılar açmıştır. Hâlâ da açmaktadır. Yani gerek Sartre, gerekse Foucault’ya eleştirel yaklaşmakla birlikte değer veririm; farklı bakış açıları olmasına karşın, her ikisinin de değerli düşünce ve yönleri vardır.

“Jean Paul Sartre, (yaşamı süresince) tarihteki en popüler filozoftu. Çalışmaları, öğrenciler, entelektüeller, devrimciler ve hatta sıradan okuyucular tarafından, dünya çapında tanındı.  Bu emsalsiz popülarite için iki neden vardı ve ikisi de bir filozof olarak, yetenekleri dolayısıyla yapmış olduklarından değildi. Birincisi; 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yıkıntıları ortasında, bırakılan dinsel boşluğu dolduran varoluşçuluğun existansializm) bir sözcüsü olmasındandır. Ve İkincisi; daha sonradan otoriteye karşı devrimci bir görüş benimsemesinin, Che Guevera dönemini, tüm dünyadaki öğrencilerin başkaldırısını ve komünist Çin’deki kültürel devrime olan duygusal sempatiyi anımsatmış olmasındandır.” [5]

Yaşamı boyunca en popüler entelektüel oldu Sartre. Kuşkusuz yukarıdaki saptama doğrudur. Popüler olmasının en önemli nedeni yükselen hareketlerle ve dönemin konjonktürel yapısıyla kurduğu teorik ve pratik ilişki idi. Özellikle o dönemde Fransa’da etkin olan Maocu hareket ile bağı vardı. Komünist Parti ile iyi bir ilişkisi olmadığı için, eleştirileri nedeniyle kendini bunun dışındaki hareketler bağ kurarak ifade etmek istedi.

Varoluşçuluk ondan önce var olmasına karşın, onu popüler bir felsefe haline Sartre getirmiştir.

Ancak Foucault’ya yönelik hep ikili bir yaklaşım oldu, bazıları onun tezlerini “saçmalık” olarak değerlendirirken, ya da “delilik” olarak görürken, bazıları ise onun tezlerini olağanüstü ve deha ürünü olarak nitelemişlerdir.

Gerek Sartre, gerekse Foucault tüm zamanların en çok etkili iki Fransız filozofu arasında gösterilir. [6] (René Descartes, Jean-Paul Sartre, Peter Abelard, Michel de Montaigne,Jean Jacques Rousseau, Voltaire, Simone de Beauvoir, Michel Foucault.)

Michel Foucault

“Foucault’nun teorileri öncelikle iktidar ve bilgi arasındaki ilişkiye ve bunların toplumsal kurumlar aracılığıyla nasıl bir sosyal kontrol biçimi olarak kullanıldığına değinmektedir. Postyapısalcı ve postmodernist olarak sık sık dile getirilmesine rağmen, Foucault bu etiketleri reddetti.” [7]

Sartre nasıl “varoluşçu” etkiketini yadırgadıysa önceleri, Foucault için de aynı şey söz konusuydu, o da kendisine yakıştırılan postyapısalcı etiketini sevmedi. Ama bu etiketler istemeseler de onlara yapışmıştı, istemeden kabul etmek durumunda kaldılar. Sartre yaşadığı dönemde Foucault’dan kuşkusuz çok daha popüler ve etkiliydi. Ancak öldükten sonra yavaş yavaş unutuldu, varoluşçuluk da popüler olmaktan çıktı. Foucault ise yıllar içinde değer kazandı ve birçoklarınca Fransız felsefesinin 20. yüzyıldaki en büyük ismi olarak niteleniyor bugün. Akademik araştırmalarda ise Foucault çok büyük ilgi odağı oldu, olmaya da devam ediyor.

Ancak Foucault’ya yönelik hep ikili bir yaklaşım oldu, bazıları onun tezlerini “saçmalık” olarak değerlendirirken, ya da “delilik” olarak görürken, bazıları ise onun tezlerini olağanüstü ve deha ürünü olarak nitelemişlerdir. Aslında bu tür yaklaşımlardan oturur Foucault hâlâ anlaşılmamış bir filozoftur, ya çok yukarıya, ya da değerinden çok aşağıya konulmuştur. Bu hâlâ da böyledir aslında ona yönelik ilgi çok artsa da.

Ben  de kendi çizgimde Foucault’yu yeni yeni anlayanlardanım diyebilirim. Eskiden Foucault’yu çok iyi anlayamazdım. Ancak onu son beş yıldır anlamaya başlıyorum. Bu da liberter (özgürlükçü) anti-otoriter düşüncelere yoğunlaşmış olduğum döneme denk geliyor. Gerçekten kolay anlaşılan bir filozof değildir o. Çelişkileri de çoktur kendi içinde, tıpkı Sartre gibi.

Hak ve özgürlükleri ihlal eden, zorbalık eden kim olursa olsun ve bunu ne adına yaparsa yapsın karşı çıkıyorum.

“Yararlı ve Yararsız Zorbalık mı?

Sartre şöyle diyor:

”Demek istiyorum ki, bir yazar zorbalığı a priori kötülememelidir. Onu, çerçevesi içinde, bir yol diye bakarak kötülemeli ve hele, şunu anlamalıdır ki, çalışılacak şey, zorbalığı toptan ve soyut olarak kötülemek değil, her durumda gerekli zorbalığın en azını kurmaktır. Çünkü, bugün zora başvurmadan hiçbir şey yapılamaz, çünkü, bugün her şey zorbacadır. Demek ki, sorun her zorbalığı kötülemek değil, yararsız zorbalığı kötülemektir. Başka bir deyimle burada sorun, yazarın kendi için çözeceği ve başkalarına anlatmaya çalışacağı sorun, amaçlarla yolların ilişkisi sorunudur. Ana sorunlardan biri budur ve biz yazarlar, sorumluluğumuz gereği, bunu çözmeye çalışmalıyız.” [8]

Bu görüşe katılmıyorum. Zorbalık nedir? “Psikolojide ve hukukta Zorbalık, daha üstün konumda ya da güçlü olanın karşısındakini -genellikle istediklerini yaptırmak amacıyla- etkilemesi, ezmesi ve gözünü korkutması” [9]

“Yararlı zorbalık, ya da yararsız zorbalık” diye bir şey yoktur. Zor ile şiddet, ya da zorbalık da aynı anlama gelmeyebilir. İnsan kendisini ve haklarını koruma ve kullanma anlamında şiddete başvurabilir geçici olarak, ama zorbalık yapmak daha farklı bir anlama geliyor bence. Eğer üzerinde bir şiddet uygulanıyorsa kişi ona karşı çıkma ve kendini koruma hakkına sahiptir. Ama başka birine karşı zorbalık yapma, onu ezme, baskı uygulama hakkı yoktur kişinin.

Dünün ezileni bugünün zorbası olabiliyor. Tarihte bunu çok gördük.

Zorbalığı kimin yaptığına göre tavır belirlersek, onu hiçbir zaman yargılayamaz ve içselleştiririz. Böyle olunca “kendi tarafımızda” olan zorbalığı görmez, hatta destekler ve karşımızda olduğunu düşündüğümüz zorbalığa tavır alırız. Ama sonuç olarak zorbalığın şu ya da bu taraf tarafından yapılması özünde fark etmez. Çifte standarta düşeriz ve gerçek insanı değerlerimizi yitiririz. Zorbalıktan zarar gören, insanlar, hayvanlar ve doğa vardır. Örneğin ezilenlerin yanında taraf olabilirsiniz. Ama ezilenler de eğer zorbalık yapar, ya da insan, hayvan ve ekolojik haklar ihlali yaparsa, onları da eleştirmek gerekir. İşte taraf olmak ile taraftar olmak arasındaki fark budur. Haksızlığa uğrayanları savunmak, onların hak ve özgürlüklerini dile getirmek ama bunu yaparken onlarla özdeşleşmemek ve entelektüel bağımsızlığını ve eleştiri özgürlüğünü korumak. Bir entelektüelin başta kendisi de olmak üzere her şeyi ve herkesi eleştirebilme bağımsızlığı ve özgürlüğü yoksa, o kişi entelektüel vasfını yitirir ve sıradan bir taraftara dönüşür.

Bugün geldiğim noktada Sartre’dan bu konuda çok farklı düşünüyorum. Zorbalığın azı çoğu olmaz. Neye göre az ya da çok? Zorbalığın her türüne ve kim ne adına yaparsa yapsın karşı çıkıyorum. Örneğin bir kişi kalkıp kendi ideolojisi ya da değerleri adına orman yakıyorsa bu bir zorbalıktır. Bunu ister devlet, ister bir grup, parti, kişi yapsın zorbalık olduğu gerçeği değişmiyor. Yakanın kimliğine göre değil, yakma eyleminin kendisine karşı çıkmak gerekir bu noktada. Ve bunu yapanın kimliğine bakmam. Kim ve hangi nedenle yaparsa yapsın karşı çıkarım. Bence burada Sartre, içinde bulunduğu dönemde yaygın olan “sol entelektüellerin” sık düştüğü çifte standarttan kaçamıyor. Zorbalığı tam da a priori olarak kötülüyorum Sartre’ın dediğinin tam aksine. (Gerçi bu konuda Sartre’ın kendi bur tür düşünceleri sonradan değişti. Örneğin Sovyetler Birliği’ni hiç eleştirmezken, savunurken, Macaristan işgalinden sonra eleştirmeye başladı. Daha anti-otoreter bir tavra yöneldi hayatının son döneminde. Bunu da bir dipnot olarak buraya ekleyelim.)

Hak ve özgürlükleri ihlal eden, zorbalık eden kim olursa olsun ve bunu ne adına yaparsa yapsın karşı çıkıyorum.

Devlet kavramına yaklaşım

“— Gerçekten de, on dokuzuncu yüzyıl sonundan beri Marksist ve Marksizan devrimci hareketler, mücadelenin hedefi olarak devlet aygıtını öne çıkardılar.”

Bu doğru bir tespit. Sadece Marksizm değil, anarşizm de iktidarı devletten ibaret gördüler. Yani devlet iktidarını elinde tutan egemen sınıf ya da güçlerden. Bu noktada Foucault’nun iktidarın devletten ibaret olmadığı ve birçok mikro iktidarın varlığına işaret etmesi kuşkusuz iktidar kavramına devrimci bir yaklaşımdı ve bu anlamda anarşizme yeni kapılar açtı. Çünkü iktidar devletten ibaret değilse, iktidar insan bedeninden geçiyorsa, iktidar her yerden geliyorsa Foucult’nun dediği gibi onu yeniden tanımlamak ve yeni mücadele araçları oluşturmak gerekti.

Foucault’ya yapılan eleştirilerden birisi de onun devlet kavramını önemsizleştirdiği ve ona gereken önemi vermediğidir. O ise bu konuda şöyle der:

“Devlet aygıtının önemsiz olduğunu asla öne sürüyor değilim; fakat bence Sovyet deneyimine yeniden başlamamak için, devrimci sürecin tıkanmaması için bir araya getirilmesi gereken tüm koşullar arasında ilk kavranması gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.” [10]

https://www.idefix.com/Yazar/michel-foucault/s=149167

İktidarın yeri elbette sadece devlet aygıtı değildir; mekanizmalar değişmediği sürece devletin el değiştirmesi bir çözüm olmayacaktır, hatta ortadan kalkması bile, bu noktada Foucault’ya katılıyorum. Biz bunu reel sosyalizmde gördük. Bir bürokrasinin başka bir bürokrasi ile yer değiştirmesiydi bu; iktidar kavramına bir çözüm olmuyor, bir sistemin iktidarını kaldırıp, diğer bir sistemin iktidarını orataya çıkarıyor. Yani deyim yerindeyse Stirner’in dediği gibi sadece “efendiyi” değiştiriyor. Bu anlamda Foucault haklı. 

Ancak Foucault, “devleti önemsizleştirmediğini” söylese de, kaçınılmaz olarak ona gereğinden daha az önem vermiştir. Yine de devlet kurumu bugün hâlâ çok önemli ve iktidarın belirleyici güçlerinden birisidir mikro iktidar mekanizmaları ile birlikte. Ama iktidarın tek yeri ve kaynağı devlet değildir elbette. Klasik entelektüeller bunu böyle görmüşlerdir.

Foucault günümüzde postmodernist bir düşünür olarak nitelenirken, Sartre ise modernizmin belki de son temsilcisi olan bir entelektüeldir.

“Sartre, marx’çılığı, bir yandan çağımızın geçerli tek felsefesi≫ olarak nitelerken, bir yandan da onun güncel yönelimini değiştirebileceği yolları aramaktadır. Ona, göre, varoluşçuluk ≪içten çalışarak, marx’çılığın gelecekteki gelişimini etkileyecek bir ideolojiden başka bir şey değildir.”[xi]

Sartre’ın en büyük hatalarından birisi, Marksizm ile varoluşçuluğu (Egzistansiyalizm) birbirne uyarlama, adapte etme çabasıdır. Oysa iki farklı düşüncedir bunlar ve birbirlerine uymazlar. Zaten Marksistler de Sartre’ın bu boş çabasını reddetmişlerdir.

https://www.idefix.com/search/?Q=sartre%20kitaplari

Sartre sonraları hep liberter bir anarşist olduğunu söyler. Ama hep Marksist olmuştur aslında hayatına bakarsak. Foucault ise anarşist olduğunu söylemez, hatta bunu reddeder,  Ama aslında düşünceleriyle anarşist olan, ya da anarşizme yeni kapılar açan Foucault’nun kendisinden başka bir kişi değildir. Yani Sartre, hep anarşist olduğunu söylerken aslında anarşist değildir. (Ya da Sartre kitaplarında özgürlükçü, anti-otoriter düşünceler vardır, ama pratik düşünce ve eyleminde Marksist olmuştur hep). Foucault ise anarşist olmadığını söylerken anarşisttir. Bir paradoks gibi.

“Sartre Sartre’ı Anlatıyor” adlı kitap bir gazeteci tarafından Sartre ile yapılan söyleşi olarak ortaya çıkmış. Burada hayatının son dönemindeki Sartre’ın düşüncelerini görüyoruz. Sartre yaşadığı dönemde çok popüler ve saygınlığı olan bir entelektüeldi. O dönemde ne Foucault ne de başka bir Fransız entelektüeli onun popülerliğine yaklaşamadı. Ama o öldükten sonra bu kez Foucault öne çıkmaya başladı. Foucault’nun unu dünyaya yayıldı ve düşünceleri de. Sartre’ın biraz modası geçmiş gibiydi. Özellikle de varoluşçuluğun ve Marksizmin. Foucault ise yeniden yükselen düşünceleriyle bir yıldız gibi parladı ve günümüze ulaştı. Elbette Sartre çok büyük bir entelektüeldi, hâlâ da öyledir, ama yine de ona eleştirel baktığımızda birçok çelişki bulabiliriz kendisinde. Kendisinin her zaman anarşist olduğunu iddia ederken bile Marksisttir o. Marksist olduğunu reddeder ama her yanından bu dökülür. Hayatın içinde aldığı politik tavırlar ve destek aldığı, işbirliği yaptığı çevreler de Marksistir, özellikle de Maocular.

“M.C.: En sonunda hakikati söyleme vaktinin geldiğini söylediğinizde, bugüne kadar yalnızca yalan söylemiş olduğunuz da anlaşılabilirdi.

J-P.S.: Hayır, yalan söylemek değil, ama ancak yarı yarıya hakikat, dörtte bir hakikat olanı söylemek…” [12]

M.C.: 1952 yılı, komünistlerle yakınlaşma yılınız, sonra da 1968, belirleyici dönemeçler değil miydi?

J-P.S.: 1952 fazla önemli değildi. Dört yıl boyunca komünistlere çok yakın kaldım, ama benim düşüncelerim onların düşünceleri değildi, onlar da bunu biliyorlardı. Kendilerini fazla kirletmeden benden yararlanmaktaydılar, ve Budapeşte gibi bir olay oldukta, kendilerinden kopacağımdan kuşku duymuyorlardı; nitekim kopmakta duraksamadım.”[13]

Sartre Komünist Parti’den kopmuştur, ama Marksist çevrelerle olan ilişkileri güçlenerek devam etmişti bu dönemde. Özellikle de Maocular ile. Foucault ise kendi yoluna gitmekte ve kendine özgü tezleri hazırlamakla meşguldür.

Foucault günümüzde postmodernist bir düşünür olarak nitelenirken, Sartre ise modernizmin belki de son temsilcisi olan bir entelektüeldir. Farklılıkları ile birlikte iki entelektüel de özgür ve sömürüsüz, özgürlükçü, eşitlikçi bir dünya istediler ve bunun için uğraşı verdiler.

Erol Anar

Sürecek…

Dipnotlar


[1] Georges Bataille: İç Deney, epub, sayfa 5.

[2] Fanon: Yeryüzünün Lanetlileri, içinde, Jean Paul Sartre, sayfa 15-39.

[3] Marksizm ve Ekzistansializm, Diyalektik Üzerine Tartışma, sayfa 29.

[4] Foucault: Iktidarin Gözü, sayfa 65.

[5] Paul Strathern 90 Dakikada SARTRE, Gendaş Yayınları, sayfa 7.

[6] 10 Most Popular French Philosophers,by Natalie on January 21, 2020,  https://www.discoverwalks.com/blog/paris/10-most-popular-french-philosophers/

[7]  Burrell, Gibson (17 February 1998). “Modernism, Postmodernism, and Organizational Analysis: The Contribution of Michel Foucault”. In McKinlay, Alan; Starkey, Ken (eds.). Foucault, Management and Organization Theory: From Panopticon to Technologies of Self. 1 Foucault and Organization Theory. SAGE Publications. p. 14. ISBN 9780803975477.

[8] Jean-Paul Sartre: Denemeler, sayfa 43.

[9] “bully.” Oxford Dictionary of English 2e, Oxford University Press, 2003.

[10] Foucault: Iktidarın Gözü, sayfa 43.

[11] Sartre: Diyalektik Aklın Eleştirisi, sayfa 7-8.

[12] Sartre Sartre’i Anlatıyor, Sayfa 30

[13] Sartre, age, sayfa 78.

Yazının kaynakları

10 Most Popular French Philosophers.

Bondy, François (1967). “Jean-Paul Sartre and Politics”. Journal of Contemporary History.

Cuba’s Gay Revolution: Normalizing Sexual Diversity Through a Health-Başed …Yazar: Emily J. Kırk, chapter İ, pp 18.

Direçted by Néstor Almendros and Orlando Jiménez Leal (1984). Conducta İmpropria.[Guido Vitiello (5 January 2010). Conducta İmpropria – İmproper Conduct (Part 8). Retrieved 25 May 2018 – via YouTube.

Frantz Fanon: Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Yayınları, 2016, İstanbul.

Georges Bataille: İç Deney, YKY Yayınları, 4. Baskı: İstanbul, Mart 2006.

Gilles Deleuze: Foucault, Norgunk Yayınları.

“Jean-Paul Sartre”. Stanford Encyclopedia of Philosophy. Retrieved 27 October 2011.

Jean-Paul Sartre Küba’yı Anlatıyor, Anadolu Yayınları, Şubat 1968.

Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, Çeviren: Asım Bezirci.

Jean-Paul Sartre, Wikipedia (English)

Jean-Paul Sartre: Aydınlar Üzerine, Can yayınları, İstanbul, 3. Baskı.

Jean-Paul Sartre: Denemeler, Say Yayınları, İstanbul.

Jean-Paul Sartre: Diyalektik Aklın Eleştirisi, Yazko yayınları, İstanbul, 1981.

Jean-Paul Sartre: Varlık ve Hiçlik, İthaki Yayınları, İstanbul 2009.

Jean-Paul Sartre: Sözcükler, Can Yayınları, 8. Baskı, İstanbul.

Marksizm ve Ekzistansializm, Diyalektik Üzerine Tartışma,İzlem Yayınları,

Michel Foucault, Wikipedia (english)

Michel Foucault: Büyük Kapatılma, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım, İstanbul.

Michel Foucault: Entelektüelin Siyasal İşlevi, Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

Michel Foucault: Felsefe Sahnesi, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, İstanbul.

Michel Foucault: Hapishanenin Doğuşu, İmge Yayınları, Ankara.

Michel Foucault: İktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Çev: Işık Ergüden.

Michel Foucault: Marx’tan Sonra, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2004.

Michel Foucualt: Doğruyu Söylemek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Modernism, Postmodernism, and Organizational Analysis: The Contribution of Michel Foucault.

Oxford Dictionary of English.

Paul Strathern: 90 Dakikada Sartre, Gendaş Yayınları,İstanbul.

R.A. (Forum > Sartre par lui-même ( Sartre by Himself)”. 30 September 2011. Archived from the original ön 30 September 2011. Retrieved 19 September 2019.)

Sartre Sartre’ı Anlatıyor, YKY Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Çev: Turhan Ilgaz.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!