Devlet Üzerine (2): Devlet Kavramına Felsefi Yaklaşımlar

Devlet Üzerine (2): Devlet Kavramına Felsefi Yaklaşımlar

Şimdiye dek devlet üzerine birçok filozof düşünmüş, yazmıştır.

Aristoteles, insanı ve toplumu bir devletten bağımsız olarak düşünmez. Ona göre insan ancak devlet ve toplum yaşamı içinde mutluluğa ulaşabilir. Belki toplum için dediği doğru olabilir çünkü insan sosyal bir varlıktır.  Ama devlet için söylediğine katılmıyorum. İnsan devletsiz yaşayabilir ve milyonlarca yıl yaşamıştır da.

Ona göre insan nasıl tam gelişme durumuna ulaştığı zaman hayvanların en iyisiyse, yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü olur.[1]

Aristoteles

Aristoteles, “devlette amaçlananın iyilik adalet olduğunu, bununsa bütün topluluğun iyiliği için olan olduğunu söyler.[2]

O, “En iyi Adam tarafından yönetilmek mi daha iyidir, En İyi Yasalar tarafından yönetilmek mi?” diye sorar. [3]

Hiç yönetilmemeyi aklına bile getirmez, böyle bir şey olamaz ona göre. Aslında en iyi olan şey hiç yönetilmemektir. İnsanın kendi varlığından kaynaklı bilinciyle diğer insanlara saygı göstererek kendi kendini yönetmesidir aslolan. Bir insan bir diğerini yönetmemelidir. Böyle bir şeyi amaçlamadığı zaman insan pek çok sorunu çözmüş olacaktır.

“Birinin buyruk vermesi, bir başkasının ise söz dinlemesi olgusuna ilkece karşı konamaz; bu hem zorunlu hem de faydalıdır. Gerçekten, bazı şeyİer daha doğdukları anda böyle ayrılmışlardır: Bazıları yönetecekler, bazıları da yönetileceklerdir. Bu yöneten-yönetilen ilişkisinin birçok çeşitleri vardır* ve bu ilişkilere her yerde rastlanır.” [4]

Aristoteles, “Öyleyse, apaçık, doğadan bazıları özgür bazılarıysa köledir ve bunlar için, kölelik etmek hem doğru hem de uygundur.”[5] der ve köleliği de onaylar böylece. Aslında devlet ile birey arasındaki ilişki de bir çağdaş köleliktir. Çünkü devlet, bireye yükümlülükler, zorunluluklar dayatır ve birey onları yerine getirmediğinde onu cezalandırır.

Aristoteles, özel mülkiyetin kaldırılmasına da karşı çıkar, onu yararlı bulur.

“Örneğin, köleler de yukarda anılan katlardan herhangi birine girmezler, azatlılar da öyle. Devletin varolması için bulunması gereken bütün insanlara yurttaş demeliyiz dive bir düşünceyi bir an bile aklımızdan geçirmiyoruz.” [6]

Aristoteles, insanı siyasal bir hayvan olarak nitelerken, devleti “özgür adamların birliği” olarak niteler. Yine o, adalet konusunu ele alırken bunu toplumun tüm üyeleri için eşitlikçi bir biçimde düşünmez. Neyin adalet olduğuna karar verirken,  kimin için sorusunu gözününde tutulmazsa kötü yanlışlıklar yapılacağını söyler. Öyleyse ona göre adalet herkes için değildir.

Aristoteles, Platon’a ve onun devlet konusundaki fikirlerine de eleştirel yaklaşır.

Platon

Platon’un “Devlet” adlı ünlü kitabında şöyle bir diyalog vardır:

“Diyorsun ki, bir devlet haksız, adaletsiz olabilir ve başka  devletleri bütün hukuku, hakkı çiğneyerek boyunduruk altına almaya çalışabilir; bunu gerçekleştirebilir de ve birçok devleti boyunduruk altında tutar.”

“Evet. Hatta diyebilirim ki en iyi ve haksızlığı en uçtaki devlet işte bu eğilimlere sahip devlettir.”[7]

Platon’un devlet modeli ya da tasarımı, İdea’nın olup olabilecek en kusursuz gerçekleşmesi anlamına gelir onun için. Bunun da ancak filozofların yardımıyla olabileceğini öne sürer.

Bu da ancak bunu tasarlayan filozofların yardımıyla mümkündür. Bir filozof devleti kurtarabilir ona göre.

Russell, Platon’un Devlet’ini totaliter bir deneme olarak görür. (Platon, 2005: 34)

Platon, bu yapıtında “bir devletin, aramızdan kimsenin kendi kendine yetememesinden, başka pek çok şeye (ve kişiye) ihtiyaç duymasından doğduğunu öne sürer ve “devletin başka bir kökeni olabileceğini düşünebiliyor musun?” diye de sorar. (Platon, 2005: 77)

Devlet insanların kendi kendine yetememesinden kaynaklanmaz özünde. İnsanlar milyonlarca yıl devletsiz olarak yaşayarak, kendi kendilerine yetebileceklerini göstermişlerdir. Devletin ortaya çıkış nedeni hakkında bu yazının birinci bölümünde tarihsel olarak bazı gerçekleri dile getirmiştim. Bu yüzden burada tekrar değinmeyeceğim.

Max Weber

Max Weber ise “devlet” kavramını da, belli bir arazide meşru şiddet kullanma “tekel”i olarak formülleştirir.[8]

Elbette şiddet, devletin olağan ya da tek aracı değildir -zaten kimse bunu söylemiyor-, ama şiddet kullanımı devlete özgü bir araçtır. Bugün devlet ve şiddet ilişkisi özellikle yakın bir ilişki haline gelmiştir… Tarihte kendinden önce gelen siyasal kurumlar gibi, devlet de insanın insana egemenliği ilişkisidir meşru (yani meşru sayılan) şiddet araçlarıyla desteklenen bir ilişki. Devlet var olacaksa, egemenlik altındakilerin, egemen güçlerin sahip olduklarını iddia ettikleri otoriteye itaat etmeleri gerekir Weber’e göre.

Hegel

Hegel ise devlete idealist yaklaşır ve devleti “etik topluluk” olarak niteler.

Hegel, Devleti tinsel düşüncenin gerçekliğini, saf akıl, mutlak ve dolayısıyla en önemli görevi devletin bir üyesi olmak olan birey karşısında en yüksek doğru olarak yüceltti . [9]

“Hegel devleti karşılıklı sempatiyle, yani “… (altruizm) ”le temellenen etik bir topluluk olarak görür.” [10]

Birçok filozof devlete bu şekilde fonksiyonalist olarak yaklaşmış ve devletin işlevi, onun yararları ve vazgeçilmezliği üzerinde durmuşlardır. Hegel bu devletçi ve tarihselci bakış açısıyla birçok filozofu da etkileyen çağının en etkili filozoflarından birisi olmuştur. Marx bile Hegel’in etkisinden tam olarak kurtulamamış, onun devletçi fikirlerinden kendisini kurtaramamıştır.

Thomas Hobbes’tan John Locke’a kadar birçok filozof devletin gerekliliğinin altını çizdikleri gibi bu gerekliliğin teorisini de oluşturmaya çalıştılar kendileri açısından.

Locke şöyle diyordu: “Nerede kanun yoksa, orada özgürlük de yoktur.” [11] Burada Locke’un kanun dediği şey aslında onu uygulayacak güç olan devlettir. Aslında tam tersini düşünüyorum: Nerede kanun yoksa, orada özgürlük var. Her kanun özgürlüğü kısıtlar çünkü, bunun için vardır.

Liberal düşünürler de devletten vazgeçememişlerdir, tıpkı Marksist düşünürler gibi. Neoliberalizm bir yandan devletin küçültülmesini savunur ve uygularken, özelleştirmelerle bunu yaparken, bürokrasiyi de küçültmek ister. Ama paradoksal olarak bir bekçi olarak gördüğü devletin baskıcı yönünü arttırır. Devleti bir baskı aracı olarak görmekten ve onun şiddetinden vazgeçemez bu anlamda.

“Liberallere göre devlet, toplumdaki yarışan menfaatler ve gruplar arasında tarafsız bir  ‘zarurî fenalık’tır (necessary evil). Marksistler devleti sınıf baskısının bir aygıtı, ‘burjuva’ devleti, olarak resmeder ya da sınıf iktidarına dayalı bir sistemde istikrarı sağla­ma rolüne parmak basarlar. Muhafazakârlar ise devleti, genel olarak muhtemel bir kargaşadan toplumu korumak için ihtiyaç duyulan otorite ve disiplin ile ilişkilendirerek geleneksel olarak güçlü bir devleti tercih ederler…[13]

Ama bu liberal teorisyenlerin gözden kaçırdığı şey her anlamda eşit olmayan bir toplumun özgür olamayacağı idi. Gerçek bir eşitlik yoksa, devlet ancak egemenlerin haklarını koruyan bir baskı aygıtı olmaktan öteye gitmeyecektir.

Devlete cepheden karşı çıkan tek siyasal toplumsal teori anarşizm olmuştur.

“Modern devlet çok çeşitli tehditlerle yüz yüzedir. Bunlardan başlıcaları: İktisadî bakımdan karşılıklı bağımlılık getiren küreselleşme ve ulus-üstü organların ortaya çıkışı; sorumlulularını özel kuramlara devrederek devleti ‘geriye itmek’ veya ‘içini oymak’; devletin sorumluluklarını bölgesel, eyalete ait veya yerel organlara devretme yoluyla adem-i merkezîleştirme olarak sıralanabilir.” [12]

Proudhon da büyük tahakküm biçimlerini dile getirir. (Kilise, sermaye, devlet)

Bunların üçü de birlikte hareket ederler ve birbirlerinin üzerinde yükselirler. Kapitalist devlet varlık gücünü sermayeden alırken Kilise, Cami, Sinagogun da desteğine muhtaçtır. Dini bir dayanak olarak kullanır. Özellikle totaliter devletler dini bir silah gibi toplumun itaatini sağlamak amacıyla kullanırlar. Bunlar büyük tahakküm biçimleridir.

“Liberter düşüncede devlet, sermaye, Tanrı, ataerkillik ya da tüm diğer metafizik tanrısallıklar ne nedendir ne köken, bunlar bileşkedir. Kendi varlığını ve mücadelesinin önemini, mutlak-erk sahibi olan, var olan her şeyin kökeninde bulunan ve mücadelesini doğrulayacak bir ilk ilkeye (Tanrı, devlet, sermaye, ataerkillik vs.) inanç üzerinde temellendirme iddiasındaki her politik-ideolojik güç, mücadele ettiğini iddia ettiği şeyin gücüne katılmaktan başkasını yapmaz.” [14]

Burada toplumsal anarşizm, diğer toplum teorilerinden ayrılır, çünkü devlete karşı çıkan ve onun özünü ortaya çıplak bir biçimde koyan tek teori olma özelliğini sürdürmektedir. Başka hiçbir teori ve ideoloji anarşizmin yaptığını yapamamıştır bu anlamda. Ayrıca anarşizm, kapitalizmde robota dönüştürülmüş bireyi de reddeder ve birey için özgürlüğü talep eder. Kâğıt üstündeki sözde özgürlüğü değil, gerçek eşitlikçi bir özgürlüğü.

Thomas Hobbes

Hobbes: “Herkesin herkesle savaşı”

Hobbes, ünlü “Leviathan” adlı yapıtında, devletin amacını  bireysel güvenlik olarak ortaya koyar ve eğer insanları korku içinde ve ceza tehditiyle korkutacak bir güç olmazsa onların savaş yapacağını düşünür. Yani ona göre insanın özgür olması, onu hemen başkalarıyla savaşa sokacaktır. Hobbes’un bu düşüncesi günümüze kadar hâlâ insanlar üzerinde etkili olmuştur. Ortalama insan devletsizliği ütopik bir düşünce olarak görür ve Hobbes gibi eğer devlet olmazsa “herkesin herkesle savaşı” olacağını düşünür bu yüzden.

Yani Hobbes için devletin varlığının amacı bireysel güvenliktir. Özgürlük ise çok önemli değildir ona göre bence. Hobbes eğer insanlığın milyonlarca yıl devlet ve özel mülkiyet olmadan nasıl yaşabildiğini, insanın soyunun nasıl olup da günümüze kadar ulaşabildiğini düşünseydi, o takdirde bu tezlerini yeniden ele alabilirdi. Hobbes totalitarizme kadar uzanır, çoklu karar vericileri de güvenliğe aykırı bulur; tek ve sürekli bir karar verici üzerinde düşünür.

Diğer yandan sadece 5200 yıldır devletle birlikte yaşayan insan özgür müdür ve güvenlik içinde midir? Sadece son 100 yıl içinde iki dünya savaşında milyonlarca insan ve hayvan ölmüştür. Peki devletler neden bu güvenliği sağlayamamışlardır? Çünkü devlet işgal, fetih ve savaşla beslenen bir makinedir. Varlık nedeni budur. Devletin olduğu yerde bireysel ve toplumsal güvenlik de olamaz.

Oysa Hobbes başında devlet sopası olmayan bir bireyi düşünemez. Uyrukları bir köle olarak hayal eder özünde o. Onların ne düşüneceğine bile egemenin karar vermesi gerektiğinin altını çizer. Ona göre birey hiçbir şey bilmez, tek başına karar verme yeteneğinden yoksundur. Onun yerine egemen ve devlet düşünür, onlar en iyisini bilir.

“Uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine egemen karar verir. Altıncı olarak, hangi görüş ve düşüncelerin barışa aykırı, hangilerinin ise uygun olduğuna; ve dolayısıyla, hangi durumlarda, nereye kadar ve hangi insanların topluluklar karşısında konuşmalarına izin verileceğine; ve yayımlanmadan önce kitaplardaki düşünceleri kimin inceleyeceğine karar verilmesi de egemenliğin bir parçasıdır.” (Hobbes, 2007: 154)

Devlet doğaya aykırıdır. Çünkü doğadaki tek bir çakıl taşını bile kutsar, bir çakıl taşı, bir santimetre toprak için devletler birbiriyle savaşabilir.

Hatta Hobbes daha ileri giderek şöyle der:

“Egemenin eylemleri uyruk tarafından eleştirilemez. Dördüncü olarak, her bir uyruk, kurulmuş olan egemenin bütün eylemleri ve kararlarının amili olduğu için; egemenin yaptığı hiçbir şey uyruklarına yapılmış bir haksızlık olamaz; ve ayrıca egemen, uyruklarından herhangi biri tarafından adaletsiz olmakla suçlanamaz. Çünkü, bir başkasından aldığı yetkiyle herhangi bir şey yapan bir kimse, yetkisine dayanarak hareket ettiği kişiye bu şeyle haksızlık etmez.” (Hobbes, 2007: 153)

Bu mantığa göre, yönetimi ele alan egemen, halka istediği davranabilir ve eylemlerinden ve onların sonuçlarından sorumlu tutulamaz. Bu köleci bir toplumdan başka bir şey değildir. Birey güvenliğinin karşılığında, özgürlüğünü vermek durumundadır. Hobbes’un düz mantığından benim çıkarımım budur. Diğer yandan, gerçekte birey hiç de güvende değildir.

Kısaca Hobbes devletsizlik durumunu “herkesin herkesle savaşı” (Hobbes, 2007: 271) olarak değerlendirir.

Michel Foucault

Foucault ve Devlet – İktidar

Foucault iktidar kavramı üzerine en çok kafa yormuş bir düşünürdür. Foucault iktidarı sadece devlet ile sınırlamaz, onu etkisi çok daha geniş bir alana koyar.

Foucault, iktidarın sadece devlet tarafından simgeleşmediğini, toplumun her düzeyinde görülebileceğini ifade ederken, “iktidarın her yerde olduğuna” dikkat çeker. Kuşkusuz bu durum anarşizme yeni olanaklar sunar ve yeni düşünce biçimleri, yollar açar. Çünkü anarşizm devleti büyük tahakküm biçimlerinden başlıcası olarak tarif eder. Foucault ise bu noktada iktidarı bir ilişki biçimi olarak görür daha çok.

Foucault’nun devlet iktidarının yanında, başka iktidar mekanizmaları, biçimleri olduğu tezi kesinlikle doğrudur. Devlet iktidarını isterseniz yıkın, onun yanındaki irili ufaklı iktidar biçimleri ile sürekli mücadele etmeniz gerekecektir.

Ancak Foucault’nun da kendi açmazları vardır bunu yaparken. Çünkü eleştirilerde olduğu gibi, iktidara direnilecek bir dışarısını bırakmaz. Bu eleştirilere “İktidarın olduğu her yerde direniş vardır.” diyerek yanıt vermiştir. Ama nasıl sorusunu yanıtlayamamıştır. Çünkü ona göre, birbirinden ayrı iki mücadele eden karşı karşıya güç yoktur, Yani devlete dışarıdan direnilecek bir nokta bırakmaz. Orada tıkanmıştır. Bu noktada eleştirilir. Bir de ona yönelik devleti ve onun kullandığı iktidarı önemsizleştirdiği eleştirileri de yapılmıştır. Devlet hâlâ önemlidir. Deleuze ve Guattari de aynı noktada tıkanmışlardır.

Saul Newman da, “Bakunin’den Lacan’a” adlı yapıtında bu açmazlara dikkat çekmiştir.

Foucault bu eleştirilere devleti önemsizleştirmediğini söyleyerek yanıt verse de, tatmin edici olamamıştır.

Devlet, iktidar konusunu tartışıp da Foucault’ya değinmemek olmaz.

“Bireysellik, kimlik ve öznellik, devlet gibi politik kurumlar ve onlara özgü stratejilerin dışarıdan müdahale edip denetlemeye çalıştığı doğal (insan doğasına özgü) bir alana ait bileşenler değil, tersine bu tür kurum ve stratejilerin işleyişini mümkün kılan araçlardır; …iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışmda, üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.[16]

Foucault, devlet aygıtının önemsiz olduğunu söylüyor olduğunu reddeder, ama yine de onun önemini oldukça azaltmıştır.

Devlet konusunda sonuç olarak şöyle der Foucault,

“Sonuç olarak, devlet önemli bir yer işgal eder; ama üstün bir yer değil.”

“İktidar, yasalar bütününden ya da bir devlet aygıtından daha farklı biçimde karmaşık, daha farklı biçimde yoğun ve yaygındır.” [17]

Bu sözlerine katılıyorum, iktidar çok daha geniş ve yaygındır günümüzde. Hatta uluslar, sınırlar üstüdür iktidar. Bana göre de, devlet uluslar ve sınırlar içinde kalırken, iktidar kavramı sınırları ve ulusları aşarak her yere yayılır yoğun biçimde.

“İktidarın kaynağının ya da birikim noktasının devlet olduğu fikri, tüm iktidar dispositiflerinin hesabının devletten sorulması fikri bana tarihsel olarak pek büyük bir verimliliğe sahip gibi gelmiyor ya da bu fikrin tarihsel verimliliğini artık tükettiği söylenebilir.” [18] der Foucault.

Devlet iktidarı değil, iktidar devleti kapsar ve ondan çok daha geniş bir alana yayılır. Bu doğrudur. Ama yine de günümüzde hâlâ en önemli iktidar biçimlerinden birisi devlet olmayı sürdürmektedir. Ulus devlet hâlâ etkilidir. Foucault’un dediğinden çok daha etkili. Foucault iktidarın yerini doğru saptarken, devleti ise önemsizleştirmiştir.

“Biliyorsunuz, iktidar ilişkileri, devlet aygıtlarının bireyler uzerinde uyguladığı ilişkilerdir, ama aynı zamanda aile babasının karısı ve çocukları üzerinde uyguladığı ilişkilerdir; doktorun uyguladığı iktidar, eşraftan kişilerin uyguladığı  iktidar, patronun fabrikasında işçileri üzerinde uyguladığı iktidardır.” [19]

“— Mikro-iktidarlar üzerinde duruyorsunuz, oysaki günümüz dünyasında, devlet iktidarı hâlâ ana temadır. Sizin iktidar teorinizde kamu iktidarının yeri neresidir?

— Genel olarak, devlet iktidarına ayrıcalık verilir. Birçok insan diğer iktidar biçimlerinin ondan türediğini sanır. Oysa bence, devlet iktidarının diğer iktidar biçimlerinden türediğini söylemeye kadar varmasak da; en azından bu iktidarlara dayandığı, devlet iktidarının var olmasını sağlayanın onlar olduğu söylenebilir. İki cins arasında, yetişkinler ile çocuklar arasında, ailede, işyerlerinde, hastalar ile sağlıklılar arasında, normaller ile anormaller arasında var olan iktidar ilişkileri bütününün devlet iktidarından kaynaklandığı nasıl söylenebilir? Devlet iktidarı değiştirilmek isteniyorsa, toplum içinde işleyen çeşitli iktidar ilişkileri de değiştirilmelidir. Yoksa, toplum değişmez.” [20]

Foucault’nun devlet iktidarının yanında başka iktidar biçimleri olduğu ve iktidarın salt devlet iktidarından ibaret olmadığı saptaması doğrudur. Ancak o, bunu söylemekle birlikte günümüzde hâlâ belirleyici bir öneme sahip (küreselleşme ile biraz aşınmış olsa da) ulus devlet iktidarına gereken önemi vermez. Va daha kritik olan, devlete, ya da iktidara karşı bir direnme noktası gösteremez.

Kendisine bu sorulduğunda, “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır.” der. Ama nasıl, sorusu havada kalır. Çünkü iktidarın karşı karşıya mücadele eden iki güç olmadığı söyler. Ama ona karşı bir direniş noktası gösteremez. Yani iktidara karşı çıkılacak bir nokta yoksa, ona nasıl direniş gösterilebilir? Bu postyapısalcılarda eksik ve muğlak bir noktadır. Deleuze ve Guattari de aynı şekilde bir dışarıda direniş yoktur. Daha doğrusu dışarısı yoktur.

“İkinci eleştiri -Foucault’ nun herhangi bir direniş ihtimaline izin vermediği belki daha geçerlidir. Eleştirmenler, Foucault’nun iktidar nosyonu her yere yayıldığı için, iktidarla kirlenmemiş hiçbir boşluk bırakmadığı için, iktidara direnişin imkânsız olduğunu savunuyorlar: direniş yayılabileceği hiçbir zemine, hiçbir yere sahip değildir. Aydınlanma’ dan beri siyasal teorinin kalkış noktası olan insan özü bile iktidardan nasibini almıştır.” (Saul Newman, 2006: 150-151)

Buna rağmen Foucault, o ve diğer post-yapısalcılar Deleuze, Guattari, Derrida… liberter düşünceye yeni yollar ve olanaklar açmıştır.

Bu eksikliğine karşın özellikle Foucault iktidar kavramına yeni bir bakışıyla, yeni olanaklar sunar bu alandaki teorilere kuşkusuz. O liberter düşünceye yeni ufuklar getirmiştir.

John Stuart Mill

Bentham ve Mill

Bentham ise, devletin çoğunluğun yararına bir insan organizasyonu olduğuna inanırken, ona koruyucu olmaktan çok, faydacı anlamda bakıyordu. Devlet, bireyin mutluluğunu koruyan ve buna hizmet eden bir yapı olmalıdır ona göre.

“Bentham’dan farklı bir ahlâk sistemine ulaşan Mill, devleti de bu çerçevede tanımla­maktadır. Devlet çoğunluğun yararını temsil eden bir organizas­yon değil, ahlâkî bir varlıktır. Bu bakımdan devletin temel görevi, ahlâkî değerleri gözetlemesidir. “ [21]

Ancak Mill, kitabın önsözünde belirtildiği üzere,  özgürlükten söz ederken, bunu “medeni olanlar”, “medeni olmayanlar” şeklinde bir noktaya götürmüştür bir cümlesi ile. Mill, medenî olmayanları medenileştirmek için istibdat tarzı bir yönetimi doğru olduğuna inanır. Bu da onun özgürlükçü tüm tezlerinin inandırıcılığına gölge düşürür. Kime göre, kim medenidir? Kim özgürdür gerçekte, doğa ile barışık yaşayan “medeni olmayanlar mı?”, yoksa doğayı ve insanlığı tahrip eden “medeniler mi?”  Örneğin Kuzey ve Güney Amerika’da soykırım uygulayan Avrupalılar mı medenidir, yoksa köklü uygarlıklara sahip Güney Amerika yerlileri mi? Ayrıca belirli bir grup üzerinde  baskı uygulamayı kabul etmek özgürlükçü bir kişiliğin kabul edebileceği bir şey değildir.

“Ağ Toplumu”

“Bauman, katı moderniteden akışkan moderniyete geçişi yol açan beş ayrı ama birbiriyle ilişkili gelişme tanımlar. İlk olarak ulus devletler artık toplumun “temel taşıyıcı yapı”sı değildir; günümüzde ulusal hükümetler yurt içinde ve yurt dışındaki olaylar üzerinde çok daha az etkiye sahiptir. İkinci olarak küresel kapitalizmin ilerlemesi ve çok uluslu ve uluslar ötesi şirketlerin çoğalması devlet otoritesinin merkezini yitirmesiyle sonuçlanmıştır.”[22]

Bu tespitin bir kısmına katılıyorum, bir kısmını ise abartılı buluyorum.

Bauman’ın çok uluslu şirketlerin gücünün çoğalmasının devlet otoritesi etkisi ile ilgili sözlerinin son bölümüne katılıyorum. Bugün Google, Facebook ve birçok çok uluslu şirketin bütçeleri, birçok ulus devletten daha fazladır. Bu şirketler ulus devletlerden daha etkilidirler hatta. Çünkü hem bütçeleri çok fazla, hem de hitap ettikleri kesim küreseldir.

Ulus devlet aslında giderek küreselleşmeyle birlikte birçok özelliğini ve etkisini yitiriyor görünmektedir. Dile getirildiği gibi, sabah Brezilya kahvesi içen, öğle yemeğini Mc Donalds’a giden, akşam ise Hollanda birası eşliğinde Güney Kore yapımı televizyonunda, dünyanın öbür ucundaki futbol maçını izleyen, Çin yapımı ayakkabıyı giyen, elindeki mobil telefonun markasının merkezi Japonya olan, Amerikan yapımı içecek içen, yeme kültüründen konuşma kültürüne her şeyi değişmiş bir insan ne kadar bir ulusa ait olabilir bugün? Amerikan filmleriyle eğlenen, İtalyan pizza yiyen, kullandığı bilgisayar yabancı marka olan tepeden tırnağa küreselleşmiş bir insan kendisini nasıl bir ulusa ait hisseder ?

Ama yine de şöyle bir bakalım, Avrupa’da ırkçılık, faşizm yükseliyor, aynı şekilde ABD’de. Avrupa Birliği oluştu yıllar önce, ama uluslar birbiriyle kaynaşmadığı gibi, kaynaşacak gibi de görünmüyor yakın vadede. Aksine ulusalcılık etkisini arttırmaya başladı. Ama uzun vadede ulusların ortadan kalkması kaçınılmazdır.

Örneğin İspanya’nın işgali altındaki Katalonya bağımsızlık istiyor. Buna da hakkı var. Yani ulusçuluk, küreşelleşme ile biraz aşınsa dahi hâlâ güçlü. Ulus devletler de hâlâ etkili, eskisi kadar olmasa da, bu da madalyonun diğer yüzü.

Castells’e göre insan toplumları Endüstriyel Çağı geride bırakmış ve ” ağ toplumu”nun sosyo-yapısal ifadesi olan Enformasyon Çağına girmiştir. “Ağ devleti” Avrupa Birliği gibi uluslar ötesi siyasi yapıları içerir. Kişilerarası ağların örnekleri ise internet, e-posta ve Facebook ve Twitter gibi sosyal ağ siteleri aracılığıyla kurulur. Castells bir ağın şu şekilde tanımlayabileceğini söyler: Ağ “merkez” sahip değildir; önemleri değişen ama ağın işleyebilmesi için hepsi gerekli olan” düğümlerden” oluşur ; bir ağın özgün sosyal gücünün derecesi ne kadar çok enformasyonu işleyebildiğine göre değişir ; bir ağ sadece belli bir enformasyon türüyle -yani kendisiyle ilişkili enformasyon türüyle- ilgilenir; ağ sınırsız bir biçimde genişleyip daralabilen açık bir yapıdır.[23]

Bu “ağlar” hayatımızı ve bedenimizi, düşüncelerimizi sarmış durumda. Neredeyse yarı sanal yarı gerçek bir hayatımız var.

Örneğin Facebook, son günlerde para birimi libra’yı açıkladı. Para birimine devletler sahiptir bugünkü dünyada. Facebook’un kendi para birimini açıklaması, onun devletler ve uluslar üstü bir devlet olmaya yönelmesidir bir anlamda. Klasik devlet gibi değildir elbette, ama ekonomik ve hatta siyasal gücü etkisi, çoğu devletten daha fazladır. Bir uluslararası çok uluslu şirketin boyutlarını her anlamda aşmıştır. Bu gibi örgütler Facebook, Google bilimsel araştırmalardan birçok alana yatırım yapmaktadırlar. Örneğin Google, internet girişimlerinden, yazılım ve donanım, temiz teknoloji, biyo-teknoloji, bilim ve sağlık hizmetlerine kadar birçok alana yatırım yapıyor.

Şimdi para birimini açıklaması Facebook’un bu bağlamda ele alınmalıdır. Bu örneğin devletlere vergi ödememe gibi faktörleri içerse de, özünde kendi gücünün patlamasıdır. Facebook, ınstagram, whatsapp gibi ağları da kapsayan gücüyle toplamda 2,7 milyar kişiye hitap etmektedir.

Bütün bunların yanısıra küreselleşmenin ulus kimliğini de törpülemesi ve giderek onu küresel yapıda eritmesi de  ulus devletler için bir tehlikedir. Örneğin Güney Koreli bir müzik grubu dünyanın her yerinde hayranlara sahip olabiliyor. Onlar için Kore’de ya da Brezilya’da konser vermelerinin bir önemi yok. Ağ toplumlarında ulus üstü bir anlayış egemendir. Ulusal kimliklerinin üstünde küreselleşmişlerdir. Ya da Mc Donalds, Starbucks, Coca Cola… gibi Amerikan şirketleri dünyanın dört bir yanında yemek kültürüne doğrudan muhale ederek, onu değiştirmişlerdir. Ulusal kimlik ve devlet bu küresel dünyada giderek önemini kaybetmektedir. Yine ekonomi anlamında ulusların kendi ekonomileri küresel ekonomiye bağlıdır küreselleşmenin bir sonucu olarak. Çin borsasındaki bir kayıp, ya da dünyanın ucundaki bir açıklama ya da olay Çin’de de İspanya’da da ekonominin etkilenmesi anlamında hissedilmektedir. Bunun diğer bir sonucu ise ulus devletler küresel kapitalist sisteme doğrudan bağlanmışlardır. Ve o sistemin kuralları içinde var olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin Çin bile kapitalizme uyum sağlamış ve onunla uzlaşmıştır.

Ama ulus devlet giderek zayıflasa da hâlâ etkilidir. Ancak bu etki gün geçtikçe azalmaktadır.

Erol Anar

Sürecek…

Dipnotlar


[1] Aristoteles: Politika, Çeviren: Mete Tunçay, Birinci Basım – Nisan 1975, sayfa 10.

[2] Aristoteles, age, sayfa 91.

[3] Aristoteles, age, sayfa 99.

[4] Aristoteles, age, sayfa 13.

[5] Aristototeles,age, sayfa 14.

[6] Aristoteles, age, sayfa 77.

[7] Platon: Devlet, sayfa 64.

[8] Max Weber: Sosyoloji Yazıları, sayfa 30-44,

[9] Franz Mehring: Karl Marx, 1. Cilt, sayfa  25-26.

[10] Andrew Heywood: Siyaset, sayfa 126.

[11] Age, sayfa 129.

[12] Age, sayfa 144

[13] Andrew Heywood: Siyasetin Temel Kavramları, sayfa 32.

[14] Anarşist Düşünce Sözlüğü, sayfa  312.

[15] Andrew Heywood: Siyasetin Temel Kavramları , sayfa 34.

[16] Michel Foucault: İktidarın Gözü, Seçme Yazılar 4, Ayrıntı Yayınları, Üçüncü basım 2012, İstanbul, sayfa 43.

[17] Michel Foucault: İktidarın Gözü, Seçme Yazılar 4, Ayrıntı Yayınları, Üçüncü basım 2012, İstanbul, sayfa 70, 98.

[18] Michel Foucault, age, sayfa 111.

[19] Michel Foucault, age, sayfa 161.

[20] Michel Foucault, age, sayfa 247-248.

[21] John Stuart Mill: Hürriyet Üstüne, Liberte Yayınevi, 4. Baskı, Çeviren: M. Osman Dostel,  sayfa 17-20.

[22] Sosyoloji Kitabı.

[23] Sosyoloji Kitabı, sayfa 153-154.

Bu Yazı Dizisinin Kaynakları:

Andrew Heywood: Siyaset, BB101 Yayınları,19. Baskı, Kasım 2018.

Andrew Heywood: Siyasetin Temel Kavramlari, Adres Yayınları, 1. Baskı: Kasım 2012, Istanbul.

Aristoteles: Politika, Çeviren: Mete Tunçay, Birinci Basım – Nisan 1975.

Bozkurt Güvenç: İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, 3. Basım, 1979.

Crispin Sartwell: Edepsizlik-Anarşi-Gerçeklik, Ayrıntı Yayınları, 2.Baskı – 2015,  İstanbul.

Devlet ve Anarşizm, Yeni Felsefe, http://www.yenifelsefe.com

Encyclopedia Britannica.

Erksin Güleç, Ferhat Kaya: “İnsan Nasıl İnsan Oldu”, Ankara Universitesi,

Étienne de la Boétie: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev; Imge Yayınları , 3. Baskı: Kasım 2011, Ankara.

Felsefenin Temel Ilkeleri,

Frans de Waal: “İçimizdeki Maymun: Biz Neden Biziz?”, Metis Bilim Yayınları, Birinci Basım: Eylül 2008, Istanbul.

Franz Mehring: Karl Marx, 1. Cilt, sayfa  25-26

George Crowder: Klasik Anarşizm, Öteki Yayınevi, 1999, Ankara.

Gordon Childe: Tarihte Neler Oldu?, 5. Baskı: Kırmızı Yayınları, 2009, İstanbul.

Hegel , Grundlinien der Fhilokophie -dek Rechts, hrsg . vo n Georg Lasson, 3. Auifl-, iLeipafcg 1930, § 272 Zus. Akt: Hegel’in Devlet Felsefesi, Macit Gokturk, dergipark.

https://kozmopolitaydinlar.files.wordpress.com)

Human Evolution, wikipedi

İlk Çağlardan Günümüze Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Karma Kitaplar, Tolga Uslubaş-Sezgin Dağ, Ekim 2007, İstanbul.

Jacob Bronowski: İnsanın Yükselişi,Türümüzün Biyolojik ve Kültürel Evrimine Renkli Bir Bakış, İkinci Baskı: Ankara 2009, Say Yayınları, sayfa 16.

Jared Diamond: İnsan Türünün Evrimi ve Geleceği, Üçüncü Şempanze, Alfa Yayınları, 1. Basım: Mayıs 2013.

Jean Jacques Rousseau: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, İdea Yayınları, pdf.

John Stuart Mill: Hürriyet Üstüne, Liberte Yayınevi, 4. Baskı, Çeviren: M. Osman Dostel.

Jose Saramago: Körlük, Can Sanat Yayınları, Çevirmen: Aykut Erman, 31. Baskı, İstanbul.

La Fontaine: Bütün Masallar, Çeviren Sabahattin Eyüboğlu, Baskı: Ayla Ofset 1984.

M. Ilin-E. Segal: İnsan Nasıl İnsan Oldu?, Say Yayınları, 2000.

Malatesta Hayatı ve Düşünceleri, Kaos Yayınları, 14 Felsefe – Teori – Tartışma Dizisi: 4,  1. Baskı: Mayıs 1999, İstanbul.

Max Stirner: Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları: 34, 1. Baskı: Eylül 2013, İstanbul.

Max Weber: Sosyoloji Yazıları, İletişim Yayınları, 8. baskı – Ekim 2006, İstanbul.

Metin Özbek: 50 Soruda İnsanın Tarih Öncesi Evrimi,  Bilim ve Gelecek Yayınları, 2010.

Michel Foucault: İktidarın Gözü, Seçme Yazılar 4, Ayrıntı Yayınları, Üçüncü basım 2012, İstanbul.

Mihail Bakunin: Tanrı ve Devlet, Öteki Yayınevi, 1998, Ankara.

Mikhail Bakunin, Marxism, Freedom and the State, çev. K. J. Kenafick (Londra: Freedom Press, 1 950), s. 49. [“Marksizm, Özgürlük ve Devlet”, Tanri ve Devlet içinde, çev. : Sinan Ergün, Öteki Yay., 1 999.) Akt: Saul Newman, Bakunin’den Lacan’a, sayfa 49.

P. Kropotkin: Anarşist Etik, e-kitap arşivi.

P. Kropotkin: Bir İsyancının Sözleri, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım: Ocak 2018, İstanbul.

P. Kropotkin: Ekmeğin Fethi, Öteki Yayınevi, 1. Baskı, epub.

Paul Avrich: Anarşist Portreler 2, Türkçesi: Osman Akınbay, Sarmal Yayınevi, Birinci baskı : Mayıs 1992, İstanbul.

Platon: Devlet, Bordo Siyah Yayınları, 2005.

Proudhon: Ondokuzuncu Yüzyılda Genel Devrim Fikri. Akt: Paul Avrich: Anarsist Portreler 2.

Richard Leakey: İnsanın Kökeni, Varlık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.

Saul Newman: Bakunin’den Lacan’a, Ayrıntı Yayınları,  Birinci basım 2006, İstanbul.

‘Sosyoloji Kitabı’, Kolektif, Alfa Yayınları, 2. Basım 2017, İstanbul

State, wikipedi.

Sumer Ancient Region,  Britannica, Written By: The Editors of Encyclopaedia Britannica, www.britannica.com

Thomas Hobbes: “Leviathan”, YKY Yayınları, epub, 6. Baskı: İstanbul, Ocak 2007.

When our human ancestors first walked tall, Shireen Gonzaga, February 21, 2011, https://earthsky.org

Wolpoff 1980

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!