En Ağır Yükümdür Sırtımdaki Hiçliğim

En Ağır Yükümdür Sırtımdaki Hiçliğim

Bazen kendimize dokunmak isteriz, ama bir türlü dokunamayız. Kendimiz işte buradadır, bize çok yakındır, ama uçurumlarla bölünmüş uzaklıklardır bunlar. Çok yakındır, ama derin bir uçurumun dibi kadar da uzaktır aynı zamanda. Kendimize hem dokunacak kadar yakın, hem de evrenin öteki ucundaki bir yıldız kadar uzağızdır aynı zamanda. Bu hislerimiz yakınlık ve uzaklıklar değişkendir.

Kendimize en uzak olduğumuz an, belki de en yakın olduğumuzu düşündüğümüz andır. Kim bilir…

Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nın bir yerinde şöyle der:

“Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata.”[1]

Çoğu zaman cam vardır hayatla aramızda. Ama bu cama dokunmayı bile denemediğimiz için orada cam olduğunun bile farkında değilizdir. Çünkü kendi içimize inmek, kendimizi tanımak, hayatımızı anlamlandırmak gibi bir sorunumuz yoktur. Dinlere, ideolojilere, inançlara sarılırız bunun için, kendimizi unutmak ve genelin içinde kaybolmak isteriz. Yaşayıp gideriz hiçbir şeyin farkında olmadan öylesine. Zaman doldurmaktır bu gerçekte. Diğerleri gibi biz de zamanımız dolana dek bir şeylerle meşgulmüşüz gibi görünürüz.

Kişinin bu camı aşıp kendi içine inebilmesi, kendisine ve hayata dokunabilmesi sonsuza dek, en azından kişi yaşadıkça sürecek bir çabayı ve emeği gerektirir. Hiç de kolay bir süreç değildir bu. Ve bir sonu yoktur. Erilecek ve varılacak bir yer yoktur gerçekte.

Aslında hayatımız düalizm üzerinde şekillenir. Var ile yok, yaşam ile ölüm, kazanmak ile kaybetmek, olmak ile olamamak, elde etmek ile elde edememek, mutsuzluk ile mutluluk, acı ile sevinç, şöyle ya da böyle, şu ya da bu… arasında yaşar gideriz.

“İstemeden varım, istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum, birer hiç olan şeylerin ortasındaki soyut ve tensel noktayım – ki o şeylerin bir adım ötesinde değilim ben de.”[2]

Sartre ise bunu şöyle ifade eder:

“… daha olacak olduğum, olmam gereken varlık değildir.”[3]

Atomlarımızın boşluğudur bu. Var olmanın boşluğu. Hiçbir şey dolduramaz bu boşluğu. Çünkü gariptir aslında var olma duygusu. Varlığımızın oluşturduğu hiçliğin boşluğudur bu. Ve hiçliğin boşluğunu yalnızca hiçlik doldurur.

Olmam gereken varlık ile olduğum şey arasında her zaman fark olacaktır. Olmuş olduğum şey ben değilimdir tam anlamıyla. Olacağım şey de ben olmayacağım yine yüzde yüz anlamında. Ama ben olmaya ne kadar yaklaşabilirsem kendimi o kadar özgür ve olabildiğim kadar olmuş hissedeceğim. İnsan hiçbir zaman olmak istediği şey olamaz tam anlamıyla. Çünkü bu sonsuzluğa kadar uzanan bir istektir.

Çoğu zaman hissetmeyiz bu nedenle varlığımızı. İstemeden doğmuşuzdur Pessoa’nın dediği gibi, yine istemeden ölürüz. Bizim var olmamıza neden olan ve atomlarımızı bir araya getiren rastlantı, o kadar küçük bir olasılıktır ki, ne kadar küçük olduğunu bile tahmin edemeyiz. Var ile yok arasındayız biz. Varız çünkü yokluğu taşıyoruz sırtımızda.

”En ağır yükü istiyordun kendin için ve sonunda kendini buldun.” demişti Nietzsche.

 “Ama bunun tersine, olmayan hiçlik [le néant qui n’est pas], [olmadığı için] ancak ödünç alınmış bir varoluşa sahip olabilir: hiçlik, varlığını varlıktan alır; onun sahip olduğu varlık hiçliği ile ancak varlığın sınırları içinde karşılaşılır; ve varlığın tümden yok oluşu varlık-olmayanın saltanatının başlangıcı değil, tersine, hiçliğin de aynı anda silinip gidişi olur: varlık-olmayan ancak varlığın yüzeyinde vardır.”[4] der yine Sartre ünlü “Varlık ve Hiçlik” adlı çetin kitabında.

Sartre’ın dediği gibiyse, yani hiçlik varlığını varlıktan alıyorsa, biz aynı zamanda hiçliği taşıyoruz bünyemizde demektir. Varlığımızla hiçliğe neden oluyoruz anlamına gelir bu. Yüzeyimizde taşıdığımız bu hiçlik ve varlık aynı anda bütünseldir, birbirlerini tamamlar ya da eksiltirler.

Eğer bir kez doğan hep var olacaksa, -Paralel Evrenler teorisinden benim anladığım budur, çünkü olasılık sonsuzdur-, sonsuza kadar kaç kez kopyamızın, eşbenliğimizin oluşacağını bilemeyiz. Sonsuz sayıda ben olabilir başka Evrenler’de. O zaman varlığımız ve de ‘varlığımızın yüzeyinde taşıdığımız hiçliğimiz’ sonsuzdur diyebilir miyiz?

Eğer ben bir Evren’de ölüp diğerinde ben olmaya özbilincimle devam edeceksem, o takdirde bir kez var olan asla yok olmayacaktır diyebilir miyiz? İşte bu nedenle belki de bir kez doğan asla yok olmayacaktır. Çünkü onun bir çok eşbenliği vardır ve o tam değildir, bir bütünün parçasıdır. Bir parçası ölse, diğeri canlı kalmaya devam edecektir.

Varoluşçuların ileri sürdüğü gibi işte bu noktada varoluş özden önce gelir.

“Varoluş, özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.” [5]

Paralel Evrenler teorisi bağlamında bakarsak, benim için asıl olan birçok Evren’de eşbenliklerimle aynı anda var olmamdır. Eşbenliklerimin özleri ise değişkendir. Aynı değildir. O zaman belirleyici olan özlerim değil, varoluşlarımdır.

Sırtımızdaki varlık ve hiçliğin yükü ağır, yolumuz ise sonsuzluktur. Bu yükü sonsuza dek taşımaya devam edeceğiz demektir bu.

Erol Anar

[1] Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”, Can Yayınları, 10. Basım, Aralık 2013, İstanbul, epub, sayfa 86.

[2] Age, sayfa 193.

[3] Jean Paul Sartre: Varlık ve Hiçlik, İthaki Yayınları, 2009, İstanbul  epub, sayfa 380.

[4] Jean Paul Sartre: Varlık ve Hiçlik, epub, sayfa 62.

[5] Jean Paul Sartre: Varoluşçuluk, Say Yayınları, epub, sayfa 27.

2 thoughts on “En Ağır Yükümdür Sırtımdaki Hiçliğim

  1. Fernando Pessoa …….. Okuyacağım.Duymamıştım.Tşk.ederim.Yazılarınızı düzenli olarak takip ediyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!