Amerikan Muhalifleri Üzerine

Amerikan Muhalifleri Üzerine

Howard Zinn

‘Amerikan Muhalifleri Konuşuyor’ adlı kitap, çeşitli kesimlerden muhalif, entelektüel, feminist, çevreci, sosyal aktivist, Afrikalı Amerikalı, Yerli Amerikalı vb… çeşitli kişilerle yapılan söyleşilerden oluşuyor. (Amerikan Muhalifleri Konuşuyor, Aykırı Yayınları, 2001.)

Söyleşiler, Michael Albert, Noam Chomsky, Barbara Ehrenreich, Bell Hooks,  Peter Kwong, Winona LaDuke, Manning Marable, Ürvashi Vaid, Howard Zinn ile yapılmış. Bu isimler tespit ve saptamalarını daha çok ABD eksenli olarak yapmaya çalışıyorlar.

ABD’de muhalif olmak, dünyanın diğer ülkelerinde muhalif olmaktan farklıdır aslında. Çünkü ABD’de yasaların dışında bir de görünmez yasalar, görünmez sansür uygulanır.

Kitapta ideolojiler ile ilgili değerlendirmeler de yer alıyor. Kitap çalışmalarının yanında, sol içinde aktivist olarak da pratikte mücadele yürütmüş olan entelektüel Michael Albert şöyle bir tespit yapıyor: 

“Gerçekten de, Marksizmin sonuçta tek başına işçilerin değil aydın/yönetici sınıfın ideolojisi olduğunu düşünüyorum. Ve Leninizm de bu sınıfın stratejisidir, onları sermayeye karşı olduğu gibi, emeğe karşı da yönetici konuma yükseltmeyi amaçlar.” (1)

Bu aslında çoktandır yapılmış ve bilinen bir tespit. Albert yeniden seslendiriyor. Bu reel sosyalizm tarafından da pratikte gerçekleştirilmeye çalışıldı. “İşçiler adına işçileri yönetmek, halk adına halkı yönetmek” bir ideolojik amaç olarak ortaya çıktı, retorik olarak açıkça ortaya konulmasa da. Burada sanki Çernişevski’nin kitaplarından fırlamış “halkı aydınlatmaya çalışan idealist aydınlar” ve onların partisi devreye girdi. Ama bu yönelim pratikte de başarısız oldu. Çünkü ne işçilerle, ne de halk ile köylülerle birleşme, bütünleşme şansı vardı. Bunu gördüğü an sistem, demir yumrukla önüne geleni ezmeye ve böylece idealini gerçekleştirmeye çalıştı. Ama sonuçta reel sosyalist ülkeler yıkıldı gitti, tutmadı. Ama sosyalizmin kendisi geçerliliğini yitirmedi henüz. Yalnızca bu tip, devletçi ve otoriter sosyalizm anlayışı başarısız oldu. Bu anlamda özgürlükçü bir sosyalizm anlayışına ihtiyaç var.

(Aykırı Yayınları, 2001.)

Sosyoloji Profesörü Peter Kwong ise, Chinatown üzerine yaptığı değerlendirmeleri anlatıyor. “Böylece 60’ların sonunda, nereden bakarsanız bakın, Chinatown yoksul, tecrit edilmiş bir gettoydu. İşte bu koşullar nedeniyle siyahların ve Latinlerin söylemlerine ideolojik bir yakınlık duyuyorduk. Hem sınıfsal, hem de ırksal perspektiflerle ezilenlerin arasında biz de vardık.” (Age)

ABD’nin birçok ülkeden farkı, etnik azınlıkların çeşitliliği olabilir. Örneğin Harlem dediğimizde Afro-Amerikan kültürü kastederiz. Chinatown dediğimizde ise Asya kaynaklı göçmenlerin kültürü anlaşılır. Yine İspanyol kültürü de göçmen kökenlere dayalı yaygın bir kültürdür ABD’de. İşte bütün bu ezilenleri birleştirmek ve hak mücadelesini birlikte yürütmek kolay değildir.

Yine soykırıma uğramış bir halkın giderek azalan az sayıdaki örgütlülükleri var. Yerli hareketini simgeleyen örgüt ve aydınları. Mississippi Anishitiabeg Kabilesi’nin üyesi bir Anışhhinabe olan (Ojibwe) Yerküreye Saygı Vakfı’nın yöneticisi ve Beyaz Yerküre Toprak Islahı Projesi’nin Kampanya Yöneticisi Winona Laduke bunlardan birisi. Laduke şöyle diyor çalışmalarını anlatırken;

“İlki, ‘Hayır, hayır’ demektir. Bizi zehirleyemezsiniz. Topluluğumuzun sınır çizmeye hakkı vardır. Ve ikincisi, Amerika’nın geleceğinin kontrolü kimin ellerinde? Sizin ve benim, halkım mı? Yoksa bu gelecek büyük şirketlerin babasının malı mı?” (2)

Toprakları rezervasyonlarla sınırlandırılmış ve büyük şirketler tarafından tehdit edilen bir halkın durumunun son yıllarda daha kötüye gittiği bir gerçek. Gerçi ondan önce de iyi değildi. ABD’de büyük şirketlerin belirleyiciliği çok önemlidir. Adeta hükümet, onların onayı ve desteğini almadan adım atamaz durumdadır.

Büyük şirketlerin Yerli topraklarında madencilik yapmaları, hidroelektrik santralleri kurmaları gibi girişimler Brezilyalı yerlilerin de sorunu. Özellikle de altın arayıcıları. Bu anlamda Brezilya yerlileri ile Kuzey Amerika yerlilerinin sorunları birbirine benziyor.

Laduke, “Sosyalizm mi, kapitalizm mi ya da sol mu, sağ mı sorununa gelince, asıl sorunun endüstriyel toplum ile yerküre temelli toplum arasında olduğunu düşünüyorum.” diyor. 

Bu da değişik bir bakış açısı. Laduke’nin tespiti doğru bence. Ama bu mücadelenin bir parçasını oluşturuyor, hem de önemli bir parçasını. Çünkü kapitalizm de, reel sosyalizm de kendisini endüstrileşme ve endüstriyel üretim üzerinde tanımlamışlardı. Reel sosyalizm kapitalizmi taklit etti bir anlamda ve devlet kapitalizmine ulaştı. Bu anlamda, insanların flora ve fauna ile uyumlu bir şekilde doğal yaşamları iki sistemin de çok umurunda olmadı. Onlar ürettikleri silahları, bombaları gururla gösterdiler. Bu noktada anarşizm belki doğal yaşama vurgu yapan sosyo-politik bir kuram olarak öne çıktı son yıllarda.

Örneğin Afrikalı Amerikalı feminist, sosyal aktivist, politik düşünür, yazar Bell Hooks söyleşisinin bir yerinde şöyle bir saptamada bulunuyor dikkatimi çekti. Şöyle diyor Hooks:

“Geleneksel beyaz erkek sol liderlik, hiçbir zaman ataerkil bağlılıklarından tam vazgeçmediğinden, gerçekte umut vaat eden bir kurtuluş vizyonu hiçbir zaman sunmamıştır. Aydın, radikal, beyaz erkek solun ekonomik sezgileri, beraberinde ender olarak ırk ve toplumsal cinsiyet dinamiklerinin sağlam bir kavranışını da getirmiştir. Ve gerçekten de anti-ataerkil olan erkeklerin başı çektiği bir sol düşünceye sahip olduğumuzu sanmıyorum. Bu noktada Noam Chomsky gibi insanları düşünüyorum. Onun çalışmaları elbette benim için esin kaynağı ve aydınlatıcı. Ama Chomsky’nin kitaplarını okur ve seslendiği insanlara bakarsanız, neredeyse her zaman erkekler olduğunu ve toplumsal cinsiyetin her zaman ikinci plana atıldığını görürsünüz.” (Age)

İşin gerçeği bence, ABD’de  yoksul bir beyaz erkek iseniz ezilirsiniz. Yoksul bir Afrikalı Amerikalı erkek iseniz iki kez ezilirsiniz. Yoksul bir Afrikalı Amerikalı kadın iseniz üç kez ezilirsiniz.

Gay, lezbiyen, biseksüel ve transseksüel hareket zinciriyle yirmi yıldır ilgilenen bir avukat ve topluluk örgütleyicisi olan Ürvashi Vaid şöyle diyor:

“Geyler suçun kaynağı değildir. Biz yoksulluğun nedeni değiliz. Cehaletin nedeni değiliz. Amerikan ailesindeki yozlaşmanın kaynağı değiliz. Aslında, bu çöküşün kaynağı ekonomik sistemdir. Ama biz en rahat suçlanabilen günah keçileriyiz.” (3)

Ünlü yazar Howard Zinn ise,

“Cezaevlerinin suçun temel nedenlerine inmediği, sefalet ve umutsuz yaşam koşullarının adli sistemin başa çıkabileceğinden çok daha hızlı bir biçimde suç ürettiği konusunda insanlarla anlaşmak zor değil. Konuyu şirketlerin işlediği suçlar ve buna izin veren ama küçük hırsızlar ve uyuşturucu bağımlılarını cezalandıran iki yüzlülüğe  getirdiğinizde, bu tezin sağduyusu kolayca ortaya çıkar. İnsanlar hapishanelere eğitimden çok daha fazla para harcandığını, bir mahkumu tutuklamaktan çok daha ucuza Harvard’agonderebileceğinizi öğrendiklerinde anlaşmanız işten bile değildir.” diyor. (4)

ABD dünyada en fazla mahkûma sahip ve ölüm cezasını uygulayan 27 eyalet var. Özellikle Afro-Amerikalıların polis tarafından öldürülmesi ise son yıllarda yine gündeme geldi.

Michel Foucault şöyle demişti: “Yönetsel bir aygıt olan hapishane, aynı zamanda zihinleri dönüştürecek bir makine olacaktır.” (Foucault: Hapishanenin Doğuşu) (5)

Hapishane ve polis sistemine çok yatırım yapılmasına, bu şekilde “çözüm” aranmak istenmesine karşın, mahk û m sayısı sürekli artıyor. İnsanları suça iten sistemin adaletsizliği olduğu gerçeği görülmedikçe bu çözüm hiçbir zaman sağlanamayacaktır.

“Amerikan Muhalifleri Konuşuyor” sisteme muhalif değişik kesimlerden insanların farklı düşüncelerini dile getiriyor. ABD’yi ve sistemi anlayabilmek için önemli ipuçları sunan bir kitap, okumaya değer diyorum.

Erol Anar

Dipnotlar:

[1] Amerikan Muhalifleri Konuşuyor kitabı içinde, sayfa 18.

[2] Age, sayfa 86-87.

[3] Age, sayfa 113.

[4] Age, sayfa 138-139.

[5] Michel Foucault: Hapishanenin Doğuşu, Imge Yayınevi, sayfa 285.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!