Akdeniz Anıları (15)

Akdeniz Anıları (15)

Ertesi gün hoteldeki son günümdü. Bir gün sonra Alanya’ya gidecektim. İyi yazmıştım bu arada, bir gün hariç. Yine tropik bara oturdum.

Baktım Lütfü arıyor.

“Ne yaptın moruk!” diye sordu.

“İyi fena değil, yarın Alanya’ya gidiyorum.” dedim.

“Hale ve kızı?”

“Onlar bir süre daha buradalar, birkaç gün daha. Sonra Almanya’ya döneceklermiş.”

“Almanya’ya ne zaman gidiyorsun?”

“Ha ha ha ha! Almanya acı vatan demiştim sana moruk hatırlarsan.”

“Uyar moruk hayatın içinde acı da var, tatlı da. Acı olmayan ne var bu hayatta, her şey bir süre sonra acılaşır, ilk tadını asla vermez.” dedi.

“Evet çok haklısın, uyar yakışır.” dedim ben de.

“Moruk, Yalnızlar Rıhtımı’ndayım sanki gelen geçen yalnız ruhlar demir atıyor. Öyle bir roman ya da film vardı galiba.” dedim sonra.

“Uyar gözüm!” dedi.

“Yalnız Ruhlar Geçidi sanki, bazı insanlar o kadar yalnızlar ki, en çok da biriyle beraber olduklarında yalnızlığı hissediyorlar belki.” dedim.

“Vay be iyi edebiyat parçaladın.” dedi Lütfü

“İşte öyle gözüm” dedim.

Telefonu kapattıktan sonra biraz Garson Ertan ile laflayıp tekrar yazmaya başlamıştım ki baktım Hale geldi.

Oturdu ve bana baktı.

“Yarın gidiyorsunuz sanırım, öyle demiştiniz.”

“Evet” dedim.

“Sizinle farklı koşullarda, farklı zamanlarda, farklı yerlerde karşılaşmayı isterdim. Ama böyle oldu. Yine de sizinle tanıştığıma memnun oldum. Eğer bazı kitaplarınızın ismini verirseniz Almanya’ya gitmeden önce İstanbul’da, bakarım. Eylül de görmek istemişti sizi, ama uyudu.” dedi.

Gülümsedim.

“Selamımı söyleyin lütfen ona da, annenize de.

Bazı kitaplarımın isimlerini verdim ona, özellikle edebiyat denemelerimin, not aldı.

Sanki benden farklı bir şeyler söylememi bekler gibi yüzüme bakıyordu.

“Ben de sevindim tanıştığımıza tesekkür ederim. Kızınız da çok şirin. Gençsiniz. Hayatınızın gelecek bölümünde umarım her şey düzelir. Size mutlu bir hayat diliyorum.” dedim.

Kendimi bir an için Ediz Hun gibi bile hissettim. Tam saçma sapan klasik Türk filmi cümlesi gibi olmuştu. Ama filmde değil, gerçek hayatta idim. Hayat da saçma sapan idi çoğu zaman. Kendimizi başrol oyuncusu sanıyorduk çoğu zaman. Ama ne yazık ki hepimiz hayat filminde birer figürandık sadece. Kendimize yüklediğimiz misyon ve sıfatların içi boştu.

Hale’nin bakışlarından biraz hayal kırıklığına uğradığını sezdim. Sanki farklı şeyler söylememi bekliyor gibiydi.

İşin zor kısmını veda kısmını atlamıştım. Arkasından şöyle bir baktım Hale’nin. İnsanlarla bir yerde yolumuz kesişiyordu, ama hemen sonra herkes kendi yoluna gidiyordu.

En iyisi hayatı ciddiye almamaktı. “Şinanay” demek lazımdı ona çoğu zaman. Garson Ertan, Sezen Aksu kaseti koymuştu tam da o sırada şu şarkı çalıyordu:

“Ada vapuru yandan çarklı
Bayraklar donanmış cafcaflı
Simitçi, kahveci, gazozcu
Şinanay da yavrum șina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay
Şinanay da yavrum șina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay”

Akşam Demet’i aradım.

“Sen de yoksun

Çorabın koksun

Yalnızım.” dedim Demet’e

“Ha ha ha ha!” Güzelmiş senin mi bu?

“Hayır benim değil, Metin Üstündağ’ın bir şiiriydi; şiir mi artık neyse, Limon mizah dergisinde okumuştum bir zamanlar.” dedim.

“Gerçekten ne kadar yalnız insan var çevremizde. Ben roman yazmaya geldim buraya, bakıyorum her yanımda ‘hayatım roman’ hikayeleri var. “

“Herkesin hayatı bir roman, evet” dedi.

“Belki öyle, ama herkesin hayatı aynı ilginçlikte değil. Çünkü çoğu insan garantici ve risk almayı sevmiyor. Romanlar genellikle risk almaya cesareti olanların öykülerini anlatır.” dedim.

“O jigolo garsonlar ne yapıyor? diye sordu.

“Garson Ramazan ile Şef Garson Ahmet mi? Yok o piçlerin suratlarını görmedim bir daha. Dediğim gibi hotelin arka tarafında, plaja yakın tropik bara takılıyorum, Onlar havuz başındaki ada bardalar. “

“İyi bari. “ dedi.

“İnsanlar tilki olmuş derler ya, kurnaz anlamında. Aslında tilkiler insanlardan çok daha iyidir ya, neyse. Bir La Fontaine hikâyesi anlatayım sana.” dedim “tilkinin birinin kuyruğu bir gün kapana kısılmış. Sağa sola çekiştirip kurtarayım derken bir de ne görsün, kuyruğu kökünden kopmuş. Tilki şoka girmiş ve kendi kendine ‘Aman şimdi ben ne yapacağım, tilkiler içine nasıl çıkacağım. Kuyruksuz bir tilki, olacak iş değil!’ demiş kendi kendine. Bir aşağıya bir yukarıya yürümüş. Sonra birden aklına bir fikir gelmiş. Tilkiler Konseyi’ne çıkmış ve oradaki tilkilere şöyle demiş: ‘Sayın tilkiler! Hepinizin kuyruğu var. Bu kuyruk dediğimiz şey ne işe yarar Allah aşkına, toza bulanır, çamura batar. Ben bütün tilkilerin kuyruklarının kökünden kesilmesini talep ediyorum.” Böyle demiş ve sözlerinden memnun bir şekilde yanıtı beklemiş. Yalnız bizim tilkinin unuttuğu bir şey varmış, karşısındakiler de tilki imiş. Konsey’deki yaşlı tilkilerden birisi ona şöyle demiş: Önce sen bir g.tünü dön de, kuyruksuz halimizi görelim, öyle karar verelim. Oradaki bütün tilkiler bir anda gülmeye başlamışlar kahkahalarla. Bizim kuyruksuz kıpkırmızı olmuş ve oradan kaçarak uzaklaşmış.

Kıssadan hisse: işte bu garson Ramazan, şef garson Ahmet vb… gibi puştlar akıllı olduklarını sanıp, tilkilere tilkilik ederler. Ama sonunda hep kaybederler.”

“Çok güzel bir hikâye, derin anlamlar içeriyor.” dedi Demet.

“Evet ben de çok severim. Şinanay”” dedim.

“Ne?”diye sordu.

“Şinanay da yavrum șina şinanay!” dedim.

“Ha ha ha ha!” gülüyordu Demet.

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!