Suçum Neydi?

Suçum Neydi?

Erken kaybettiğimiz sevgili arkadaşımız Recep’in anısına… Bu gerçekten yaşanmış bir öyküdür…

Sarı Recep derlerdi ona;  Samsun’da şehir meydanında, büyük atlı heykelinin tam altındaki bankta oturmuş güneşin altında tembellik yapıyor ve dinleniyordu. Bazen göz kapakları kapanıyor, bir süre kestiriyor, bazen de ilgisiz bir  biçimde gelen geçene bakıyordu. O gün resmi dairelerde işleri vardı; kuyrukta beklemişti sabahtan beri, bu yüzden yorulmuştu. Eve doğru gitmeden önce biraz yorgunluk çıkarmak için bankta oturmuştu. Gelip geçen insanlara bakarak, “karınca gibiyiz bir o yana bir bu yana, koşuşturma bitmiyor ta ki ölene dek.” diye düşündü. Yine gözlerini kapadı.

Havza’nın bir Çerkes köyündendi, iş arıyordu, otuz yaşına gelmişti ve nişanlıydı. Samsun’a göçmüş, burada yaşıyordu bir süredir. Bu ümitle her yere iş başvurusu yapıyor, belgelerle uğraşıyordu. O güne kadar herhangi bir suç işlememişti ve poliste kaydı yoktu. Kimsenin işine karışmaz, kendi halinde yaşar giderdi.

Tam uyukluyordu ki bir gürültüyle gözlerini açtı. Tam bankın önündeki yol kenarında bir polis arabası durmuştu. Arabadan inen iki resmi üniformalı polis yanına yaklaşarak onu tepeden tırnağa süzmeye başladılar. Recep bir anlam verememişti bu duruma.

Polislerden  uzun boylu olanı bankın altındaki bira kutularını ayağıyla iterek sordu:

“Bunlar ne? Kaç bira içtin burada?”

Diğer polis alaycı bir gülüşle:

“Epey bira içmiş anlaşılan. Uyuşturucu da aldın mı?” diye sordu.                                   

“Kesin almıştır, bunlar uyuşturucu olmadan alkol almazlar bilirim.” dedi uzun boylu polis.

Recep oturduğu bankın altına baktığında orada birçok boş bira kutusu gördü, bunları daha önceden fark etmemişti. Akşamdan kalma olacaktı bu  bira kutuları, birileri gece kafayı çekmişti anlaşılan burada.

“Ben içmedim bu biraları. İşlerim vardı belediyede. Yorulmuştum biraz dinlenmek için buraya oturdum.” dedi bir yandan da elindeki kağıtları gösteriyordu.

Polisler kimliğini almış uzun uzun inceliyorlardı. Uzun boylu polis,

“Haydi karakola kadar gidiyoruz.” dedi.

Recep, şok olmuştu, karşı çıktı bu duruma:

“Karakolda ne yapacağız? Size söylüyorum ben içmedim biraları. Hayatımda da uyuşturucu kullanmadım.”

“Onu orada anlatırsın.” dediler ve kollarından tutup kaldırarak, onu minibüse doğru sürüklediler. Recep karşı koyuyordu, ayaklarını yere sürtüyor gitmemek için direniyor, bir yandan da bağırıyordu:

“Yemin ederim, benim bir suçum yok bir sey yapmadım.”

Ellerini arkadan kelepçelediler. Uzun boylu polis, onu bir eliyle sıkıca tutup saçlarını çekti. Recep’in uzun sarı saçları vardı. Acıyla inledi ve çaresizce polis minibüsüne binerek, arkaya oturdu onların yönlendirmesiyle.

Recep elleri arkadan kelepçelenmiş durumda, hâlâ minibüsün içinde polislere yalvarıyordu kendisini bırakmaları için.

“Ağabey, yemin ederim ben içmedim o biraları, yorulmuştum beş dakikalığına dinlenmek için o banka oturdum.”

“Kapa çeneni lan puşt, onu karakolda anlatırsın.” diyorlardı.

Recep, panik içindeydi, ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Birden aklına polis olan amcasının oğlunun ona söyledikleri geldi. Bir gün onunla konuştuklarında kendisine aynen şöyle demişti:

“Eğer bir gün polis seni gözaltına alıp arabaya bindirirse yapacağın ilk şey, en arkaya oturmak ve kafanla arabanın arka camını kırmak olsun. Bunu yaparsan korkarlar ve seni dövmezler, dokunmazlar.”

Recep birden kafasını hızlı bir biçimde arkaya attı ve arabanın arka camına birkaç kez vurarak kırmaya çalıştı. Polisler hızla geriye dönerek ona baktılar. Çünkü onun bu hareketi çok ses çıkarmıştı aracın içinde.

Bunun üzerine araba durdu ve polislerden onde oturanı arkaya Recep’in yanına gelerek ona şiddetli bir tokat attı:

“Ne yaptığını sanıyorsun sen ulan it, camı kırmaya çalışarak? Bunun bedelini hem para olarak, hem de dayak olarak ödeyeceksin biliyor musun?” dedi, bir eliyle de onun saçlarını çekiyordu.

Recep, arabanın arka camını kıramamıştı, ama çatlatmıştı. Arabanın camı zaten yapışkanlıydı kafa darbesi ile kırmak çok zordu bu türden bir camı. Kafası yaralanmış, karışıyordu. Kan, sarı saçlarının arasından süzülerek  ince bir çizgi halinde alnına kadar inmişti.

Polis arabası, karakolun önüne geldiğinde birkaç polis araca doğru yaklasmıştı.

Araçtan hızla inen uzun boylu polis diğerlerine bağırdı:

“Sakın kimse dokunmasın ona. Arabanın camını kafasıyla kırmaya çalıştı, profesyonel bu. Komisere danışmamız lazım, ne yapacağımıza karar vermek için. O bir profesyonel!”

Bu durum diğer polislerin hoşuna gitmedi, elleri kaşınıyordu, biraz okşamak istiyorlardı bu yeni geleni. Űstelik arabanın arka camını kırmaya çalışmıştı; bunu kendilerine yapılmış bir hakaret, bir küfür olarak algılıyorlardı. Onu düşmanca bakışlarla tepeden tırnağa süzdüler.

Recep’in iki koluna iki polis girerek içeriye, onu hücreye doğru sürüklediler. O ise hâlâ ayak diriyor, kapıdan içeri girmemeye çalışıyordu. İki polis daha geldi yardıma ve onu zorla, biraz döverek içeriye soktular ve hücreye attılar.

O, polislerin arasında elleri arkadan kelepçelenmiş ve sarı uzun saçlarının arasın dan yüzüne sızan kan izleri, şişmiş gözü, patlamis dudağı ile gözü dönmüş bir katil görüntüsü veriyordu. Eğer bu haliyle jüri önüne çıksa, seri katil olduğu iddiasıyla ömür boyu tecilsiz hapis cezası alması işten bile değildi.

Uzun boylu polis, komisere hızlı hızlı durumu anlattıktan sonra ne yapmaları gerektiğini sordu.

Komiser, şapkasını çıkardı, kafasını kaşıdı. Bir süre düşündükten sonra:

“Bu iş bizi aşar, dedi. Biraz ıslatın, sonra da terörle mücadele ekibine haber verin. Onlar sorgulasınlar bunu. Kimbilir belki de bir bombalama eylemi yapacaktı şehrimizde.”

“Emredersiniz efendim, ben de öyle düşünmüştüm.” dedi uzun boylu polis.

Daha sonra onu sorgu odasına aldılar. Polisler onu niye aldıklarını unutmuş, arabanın camı konusunu gündeme getiriyorlardı:

“Şimdi şöyle bakalım niye minibüsün camını kırmaya kalktın? Kamu malına zarar vermekten dava açarsak en az bir yıl hapis cezası alırsın. Ayrıca görev başındaki memurlara hakaret de var.”

Recep, şaşkındı, suçları giderek çoğalıyordu: oysa hiçbir şey yapmamıştı:

“Cam için özür dilerim kaç liraysa ödeyeceğim bunu. Fakat benim bir suçum yok, sizlere de hakaret etmiş değilim.”

 “Sus ulan, orospu çocuğu!” dedi kısa boylu şişman bir polis. “Tabi ödeyeceksin, ödeme de görelim bu şehirde yaşayabiliyor musun? Sizin yüzünüzden aileler sokağa çıkamıyorlar, şehir merkezinde gün ortasında oturmuş bira içiyorsun.”

“Küfür etmeyin…” diye bağırdı Recep.

O böyle dedikçe basıyorlardı kalayı. Dayağa dayayıyor, ama küfürleri kaldıramıyordu.

En sonunda Recep daha fazla dayanamadı ve;

-“Aynen iade ediyorum, sizsiniz…”

Daha sözlerini tamamlayamadan şiddetli bir tokat yüzünde patladı. Yumruklar tekmeler havada uçuştu bir anda. Gözünden ip gibi yaşlar iniyor ve yıldızlar uçuşuyordu. Kimin vurduğunu bile görememişti. Bir süre beklediler.

“Şimdi söyle bakalım terör eylemi mi yapacaktın? Kimden emir alıyorsun? Yoksa bir çeteye mi üyesin? “

Recep’in şaşkınlığı bu sorularla daha da artmıştı. İş giderek ciddileşiyor ve çığırından çıkıyordu. Ne demesi, ne yapması gerektiğini bilmiyor, öylece gözlerini kısarak ışığın arkasındaki polisleri seçmeye çalışıyordu.

Bir el saçlarını sıkıa kavrayarak, onu inletene kadar çekti:

“Konuşsana ulan! Terörist eylem mi yapacaktın? Şehri havaya mı uçuracaktın?”

“Avukatla görüşmek istiyorum.” dedi can havliyle.

Polislerin hepsi birden sanki o çok komik bir şey söylemiş gibi gülmeye başladılar.

“Avukat mı? Ha ha ha hah!”

Kahkahalarla gülüyorlardı

“Seni avukat da kurtaramaz!”

Recep’in sözlerini duymuyorlar ve duymak da istemiyorlardı. Neden sonra odaya komiser girdi ve,

“Bırakın artık adamı. Yarın terörle mücadele şubesinde sorgulanacak zaten. Bundan sonrası artık bizim işimiz değil.” dedi.

Onu kollarından sürükleyerek bir hücreye attılar. Su istedi. Başı ağrıyordu. bir yatak vardı, oraya uzandı. Vücudunun her yeri sızlıyordu. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hiçbir şey yapmamıştı, ama olay  bu boyutlara tırmanmıştı.

Aslında tek ve en büyük hatası, kafasıyla minibüsün camını kırmaya çalışmak olmuştu. Böylece polisler onun bir profesyonel oldugunu düşünmüşlerdi. Recep, o an bunun farkında bile değildi. Ertesi gün terörle mücadele şubesinde olabilecekleri düşünmek bile istemiyordu. Buradaki karşılama, daha hiçbir şeydi.

Uyumaya, en azından ertesi güne kadar dinlenmeye çalıştı, bu zorlu bir gün olacaktı.

Ertesi gün sabah erkenden gelen iki sivil polis onu sivil bir renault ile terörle mücadele şubesine götürdü. Gözlerini bağlamışlar, ellerini tekrar kelepçelemişlerdi. Kelepçe izlerinden, bilekleri yara içinde kalmıştı.

Recep’in sözlerine hiç yanıt vermiyor, sanki onu duymamış gibi davranıyorlardı:

“Ben bir şey yapmadım, bankta oturuyordum beni gözaltına aldılar. Suçsuzum!”

Bir süre sonra onu gözleri bağlı bir biçimde bir odaya sokarak bir sandalyeye oturttular ve ellerini arkadan kelepçelediler. Bir sure sorguladıktan sonra ara verdiler.

“İnatçı bu,” diyordu ince sesli polis “bir türlü itiraf etmiyor suçunu.”

Odaya birçok kişi girip çıkıyordu. Recep önce bazı konusmalar duyuyordu kendisi hakkında:

“Kimmiş bu? Ne yapmış?”

“Bu bir profesyonel!”

Bu sözcük öylesine anlam yüklüydü ki, duyan Recep’e vuruyordu. Profesyonel neydi, neyin profesyoneliydi, kimse bunları sormuyordu. Sanki şifreli ve anlamını yalnızca kendilerinin bildikleri bir sözcüktü bu. Belki kendi dillerince “profesyonel terörist” demek istiyorlardı. Ona, gelen vuruyor giden vuruyordu. 

Sabaha karşı başka bir hücrede uyandı. Susamıştı, dudakları kurumuş birbirine yapışmıştı. Her tarafı ağrı içindeydi. “Su, su! “ diye bağırmaya çalıştı, sesi çıkmıyordu bir türlü. Olanları hatırlamaya başladı neden buraya geldigini ve neler olduğunu. Gece nasıl bitmişti hatırlamıyordu, bayılmış olacaktı dayak yerken ve onu bir hücreye boş bir çuval gibi atmışlardı.

Sabah onu mahkemeye götürdüler. Avukatı bile yoktu. Doktora götürdüler, doktor polislerle konuştuktan sonra, “vücudunda herhangi bir kötü muamele izine rastlanmamıştır” şeklinde bir rapor tanzim etti.

Ama Hakim olanları ve onun suçsuzluğunu anlamıştı. Onu serbest bıraktı.

Recep oradan çıktıktan sonra öylece kalakalmıştı. Sanki birkaç yüzyıl geçmişti. Halbuki yalnızca birkaç gün kalmıştı içeride.

Fakat bu yaşadıklarını, aşağılanmayı onuruna yediremiyordu. Olaydan birkaç gün sonra onu götürdükleri polis merkezine giderek, onlarla görüşmek istedi.

Kapıdaki polis ne için görüşmek istedigini anlamamıştı.

“Kiminle görüşmek istiyorsun?”

“Ben gözaltına alınmıştım, beni alan polislerle görüşmek istiyorum.”

Müraacattaki polis telefonla bir yerleri aradı ve:

-Otur şöyle bekle, dedi Birazdan gelecekler, dedi.

Birkaç dakika sonra, onu sorgulayanlardan birisi olan bıyıklı polis yanına geldi ve ona şöyle dedi:

“İnanmıyorum sana, hâlâ akıllanmadın mı lan sen puşt?”

“Suçum neydi,” dedi Recep, “onu öğrenmek için geldim.”

“Ulan siktir git, bak yine gözaltına alırım seni elimde kalırsın. Zamanın varken kaybol gözümün önünden.”

Recep üsteliyordu:

“Ya bir vatandaş olarak suçumun ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Küfür etme!”

Bıyıklı polis onu omuzlarından tutarak ayağa kaldırdı ve kapıdan dışarıya itekledi:

“Ulan bir daha buraya adım atarsan seni doğduğuna pişman ederim. Defol git!”

Bir de tekme savurdu, ama Recep zamanında kıçını geri çekmiş ve tekmeden kurtulmuştu. Polis merkezinin önünde bir süre bekledikten sonra, oradan ayrılmanın  onun için iyi olacağını sezmişti.

Olaydan haftalar sonra, belediye otobüsünde onu gözaltına alan polislerden birisine rastladı. Hemen yanına yaklaştı ve,

-“Bunun hesabını soracağım sizden. Suçum neydi, bir ton dayak yedim sizin yüzünüzden,.”dedi.

Polis, onun yüzüne bakınca ciddi olduğunu gördü ve hemen ilk durakta otobüsten indi.

Arkadan Recep bağırıyordu:

“Unuttum sanmayın, bunun hesabını vereceksiniz bir gün.”

Fakat o gün asla gelmedi. Kimse bu olayın hesabını vermedi.

Recep, onu gözaltına aldıkları yere, şehir meydanındaki banka sık sık oturuyor ve meydan okuyan bakışlarla çevreyi süzüyordu. Polisler, onun orada oturduğunun farkındaydılar artık, hepsi olayı biliyordu. Artık hiçbir polis onu oradan gözaltına almaya çalışmıyor, sessizce araba ile önünden geçip gidiyorlardı. Burada oturmak onu bir anlamda rahatlatıyor, sanki kendisini intikam almış gibi hissediyordu.  Arasıra bankta uyukluyor ve dudaklarından şu kelimeler dökülüyordu:

“Suçum neyidi?…”

Erol Anar

“Aşağı Mahalle Öyküleri” adlı henüz yayınlamadığım kitabımdan bir öykü… Copyright © erol anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!