“Büyük Oyun” Retoriği Üzerine

“Büyük Oyun” Retoriği Üzerine

Türkiye’de özellikle son yıllarda İttihatçı/Atatürkçü kesimden İslâmcılara, milliyetçilere ve hatta bir kısım “sosyalist” sola kadar geniş bir kesim, “büyük bir oyun olduğu” iddiasını dile getirir, ülkenin bölünme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savlar. “Emperyalist bazı ülkeler, Türkiye’yi bölmek istemektedir” bu anlayışlara göre. Hepsi bu noktada birleşirler. Son yıllarda MHP liderinin dile getirdiği “beka sorunu” ortaya atıldı. Ayrıca yine “Batı’nın ülkeyi kıskandığı” iddiası da bol bol dile getiriliyor. Yani bunlar büyük resmi görüyorlarmış, birçok entelektüelin göremediği büyük resmi. Onun için bu retoriği dile getiriyorlarmış.

Önce şunu söyleyeyim, emperyalizm işine gelirse bir ülkeyi böler de, birleştirir de. Yani çıkarları neye uygun olursa onu yapar. Ama Türkiye örneğinde ben bunun bir komplo teorisi olmaktan öteye gitmediğini düşünüyorum.

Kırmızı Kitap’ta bu bu komplo teorisi şöyle vücut buluyor:

“21. yüzyılda yeni bir imparatorluğun önündeki en önemli engel, imparatorluk mirasına sahip olan kültür ve uluslardır. Önce bunların ufalanması gerekir. Tüm çaba buna yöneliktir. ABD, dünya hakimiyetini kurabilmek amacıyla ulus-devlet istememektedir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgeye yönelik olarak Bölgesel Federasyon Planı hazırlanmıştır. Atlantik Emperyalizmi adı verilen İngiltere-ABD-İsrail üçlüsü tarafından hayata geçirilen bu plan gereği, coğrafyamızdaki bazı ülkelerde ayrıştırma faaliyetleri uygulamaya konmuştur. Tahrip operasyonu ile Osmanlı hinterlandına dayanan bu bölgede hakimiyet kurmak isteyen bu üçlü, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan gibi bölge devletlerini kontrol edemeyeceklerini görmüşlerdir. Bu nedenle alt kimlik, cemaatcılık ve etnik köken farklılıklarını canlandırarak bu federasyon planını uygulama gayretine girişmişlerdir.” [1]

ABD’nin bir ülke rejiminin ne olduğu ile hiçbir problemi yoktur. Suudi Arabistan’daki şeriat yönetimiyle de uyum içinde çalışıyor, ulus devlet olan Türkiye hükümetiyle de. ABD emperyalizmi ülkedeki sistemin ne olduğundan çok, kendi çıkarlarıyla ilgilenir. Diğer emperyalist ülkeler de böyledir. Emperyalizmin doğası budur.

Belki hükümeti değiştirmek isteyebilir, bu yönde gizli açık bazı girişimler yapabilir, ama ülkeyi neden bölsün?  Onun için ABD’nin Türkiye’yi parçalamak istemesi kendi ayağına sıkmasıdır. Kaldı ki ülkeyi bir baştan bir başa askeri üslerle kuşatmış, ekonomik olarak kendisine bağımlamış, bir de neden bölsün, kendi çıkarlarını tehlikeye atsın? Belki hükümet değiştirmeye çalışabilir, ama ülkeyi yıkmaya çalışacağına inanmıyorum ABD’nin.

15 Temmuz “darbe girişimi”ni “FETÖ’nün organize ettiği söyleniyor. “FETÖ” bunu yapmış olabilir, ama henüz bu darbe girişiminin siyasi ayağı ve arka planı ortaya çıkarılmadı, sorgulanmadı. “FETÖ” ise AKP iktidarının o zamana dek en büyük destekçisi olmuş, din kisvesi altında insanları sömüren bir çıkar örgütü.

ABD, Irak’ı kontrol ediyor, Türkiye’yi de kontrol ediyor büyük ölçüde. Bakmayın siz AKP-MHP hükümetinin zaman zaman çizginin dışına çıktığına, aslında hep gövde olarak çizginin içinde kalıyor. Suriye’de kendi varlığı var, ama orada petrol bölgesi dışında kalmak bile istemiyor fazla. Suudi Arabistan ise tam anlamıyla ABD’nin kontrolü altında ve onun kucağında bir ülke. Son olarak ABD öncülüğüyle, İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında diplomatik ilişkiler kurulması da bu komplo teorisini yalanlıyor.

Türkçü ve İslâmcılar buna “büyük oyun” diyorlar. Emperyalizmin büyük oyunuymuş bu. Bu teoriye fanatik İttihatçı/ Atatürkçüler de destek veriyor. Görmeyenleri de siyasi körlükle suçluyorlar. “Büyük resmi” görüyorlarmış onlar.

Bu Avrasyacı eğilim son yıllarda daha belirgin hale geldi birçok kesimde. Bunda AB’nin bazı izole edici politikaları da etkili oldu kuşkusuz. Ama bu tavrın tarihsel nedenleri de vardır. Ama asla anti-emperyalist bir tavır değildir, olsa olsa başka emperyalistlerle işbirliği yapma düşüncesinden kaynaklanır.

“Emperyalizm” söylemi özellikle son yıllarda moda. Her kesimin ağzında, sık sık kullanılan bir kavram. Emperyalizmin var olduğu, emperyalist ülkelerin her birinin kendi çıkarlarını korumaya çalıştığı bir gerçek. Ancak bu kesimler emperyalizm derken sadece “Batı emperyalizmini” kastediyorlar. (“Atlantik Emperyalizmi” diyorlar buna) Oysa Rus, Çin vs… emperyalizmleri de var. Ama bunlara karşı değiller. Uygur Türkleri’nin uğradığı haksızlıkları da dillendirmiyorlar. Çünkü Çin ile aralarını bozmak çıkarlarına zarar veriyor. Yine Rus emperyalizminden söz etmiyorlar. Çünkü buna karşı olmadıkları gibi, Rusya ve Çin ile birlikte hareket edilmesi, hatta mümkünse birlik olunmasını savunuyorlar. Yani bu kesimlerin karşı olduğu “emperyalizm” kavramı değil özünde.

AKP-MHP hükümeti ise hem sözde bu söylemi kullanırken, bir yandan da ABD ile ilişkilerini sürdüyor ve çıkarlarını koruyor. Diğer yandan Rusya ile flört ediyor. Çin’e ise en küçük bir eleştiride bulunmuyor. Böylece tüm emperyalistler ile arasını iyi tutmaya çalışıyor. ABD’den F35 uçakları alırken (teslim edilmesi Senato tarafından durduruldu), Rusya’dan ise S400 füzeleri alıyor. “İstediğini yapacağını” dile getiriyor sık sık. Ama bunları yaparken kimse ile de arasını bozmamaya çalışıyor.

Avrupa’ya yönelik ise sert söylemler kullanılıyor. Ama Avrupa ile de ticarete tam gaz devam ediliyor. İkili ilişkilere de. Yani çoğunlukla lafta kalan içi boş bir retorik olmaktan ileriye gitmiyor bütün bunlar. Tek somut uygulama S400 füzelerinin alınması oldu, onda da işin bu noktalara gelebileceği düşünülmedi sanırım.

Bu bir komplo teorisidir. Türkiye’de Osmanlı’dan beri egemen olan bir anlayış vardır: Resmi ideolojiye aykırı her gelişmenin, düşüncenin dış kaynaklı güçler tarafından gerçekleştirildiğine inanmak. Son dönemde her şeyin altında İngiltere, ABD ve İsrail üçlüsü aranıyor. Bizdeki ulusalcı kesime ve AKP-MHP’ye hakim olan anlayış son yıllarda İngiltere, İsrail ve ABD’nin (Hatta AB’nin) Türkiye’yi bölmeye çalıştığı şeklindeki komplo tezidir. Bu teze İttihatçı/Atatürkçü kesimden de katılanlar var. (En azından fanatik kesim) Şöyle bir araştırdım,

“Ülke bazında bakıldığında ise Türkiye’deki şirketlerin en çok borçlu olduğu ülke 30.3 milyar dolarla Birleşik Krallık. İkinci sırada 22.1 milyar dolarlık borçla Almanya, üçüncü sırada ise 20.1 milyar dolarlık borç ile ABD geliyor.” [2]

“Türkiye ekonomisi, büyük ölçüde sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomi. Aralık 2019 itibariyle 473 milyar dolar olan dış borcun 124 milyar dolarlık kısmı (GSYH’nın yaklaşık yüzde 17’si) kısa vadeli olup bunun 93 milyar dolarlık kısmı da özel sektöre aitti.” [3]

Tabi bunlar resmi rakamlar, gerçek borçlar daha da fazla olabilir.

Yani bu ülkeler diyor ki, “Şu Türkiye’yi bölelim de, ekonomisini bozalım da, bize olan borçlarını ödemesin, ödeyemez olsun.”

Kaynak: Europolitika

Karar gazetesinde Taha Akyol şöyle yazmış bu konuda:

“İktidarın bu“dış güçler”söylemini, MHP milletvekili Halil Öztürk çok veciz bir dille ifade etti:‘ Türkiye Ekonomisi uzun süredir çok cepheli bir kuşatma ve saldırı altındadır. Uluslararası ekonomik tetikçiler, sermaye gaspçıları, uluslararası şirket ve bankalar bu ekonomik operasyonun içindedir.’ Dış güçler herhangi bir ekonomiyi niye çökertmek istesin? O ülkeye kendilerinin yaptığı yatırımları batırmak için mi? O ülke fakirleşsin de onlara mal satamayalım diye mi? Türkiye’nin ekonomi çöksün de Türkiye’den satın aldığımız malları alamayalım, kendimiz sıkıntıya girelim diye mi?” [4]

Bu kadar borcu olan bir ülkeyi neden bölmeye, ya da ekonomisini çökertmeye çalışsınlar? Ekonomi zaten çökmek üzere. Bütün tarafsız uluslararası ekonomistler ya da ekonomi kuruluşları bunu söyleyip uyarıyor. Ama AKP-MHP hükümeti ülkede bir ekonomik kriz yokmuş gibi davranıyorlar.

Bu durum, özellikle totaliter rejimlere özgüdür. Hayali bir yel değirmeni yaratıp ona saldırır gibi, “dış düşmanlar” söylemiyle her şeyin üzeri örtülmeye çalışılır. George Orwell, savaşçı söylemi “1984” adlı kitabında ortaya koymuştu.

“En sıradan Parti üyesinin bile işinin ehli, çalışkan ve belirli sınırlar içinde de olsa zeki olması beklenir, ama korku, nefret, yaltaklanma, zafer düşkünlüğü gibi ruh halleri bulunan saf ve cahil bir bağnaz olması da gerekir. Başka bir deyişle, zihinsel yapısının savaş haline uygun olması gereklidir. İlle de gerçekten savaşılıyor olması gerekmez; belirleyici bir zafer mümkün olmadığından, savaşın nasıl gittiği de önemli değildir. Gerekli olan tek şey, bir savaş halinin var olmasıdır.”[5]

Yapılan artık rutinleşmiş bir askeri operasyon bile bir savaş histerisine dönüştürülür ve yalancı “zafer” nutukları kaplar her yeri. İnsanlar  bu “milli duygularla” coşar ve yoksulluklarını unuturlar bir an için. Canlarını bile verecek duruma gelebilirler egemenler için. Egemenlerin işine yarayan işte tam da bu ortamdır. Ülke ekonomisi kötüye gittikçe, insanlar yoksullaştıkça bu tür retorikler de daha sık duyulmaya başlanır.

Fathali M. Moghaddam ise “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitabında şöyle diyor:

“Diktatörlüklerin kapalı doğası ve eleştiriye tahammülsüzlükleri, verimsizliğin ve yolsuzluğun artmasıyla, ayrıca halkın yaşam standartlarının giderek bozulmasıyla sonuçlanır. Zamanla ortaya çıkan öfkeyi ve hayal kırıklığını dağıtmak için, diktatör rejimler iç ve dış düşmanlar belirleyerek saldırganlığı onlara yönlendirirler. Fakat bu strateji çok maliyetlidir; çünkü ülke içindeki azınlıklara (bilim insanları ve aydınlar dahil) yöneltilen saldırganlığın insani ve ekonomik açıdan maliyeti yüksektir, ülkenin değerli insan kaynaklarını tüketir; diğer yandan dış hedeflere karşı saldırganlık ise uluslararası ilişkilerin ve ticaretin zarar görmesiyle sonuçlanır.” [6]

Ittihatçı /Atatürkçüsü, MHP-AKP’lisi, hatta ulusalcı “sosyalistler” de bu teoriye canı gönülden inanırlar. Böylece hem geçmişteki katliam ve soykırımlar aklanıyor, hem de Kürtler gibi haklarını talep eden etnik kesimlerin iç dinamikleri, hakları sadece “emperyalizm” kapsamında açıklanıyor. Emperyalist ülkeler Kürt sorunundan özellikle Suriye ve Irak’ta kendi çıkarları konusunda yararlanmak isteyebilirler. Ancak bu sorun onların çıkardıkları bir sorun değildir. Bölge ülkelerinin kendi iç dinamiklerinden ve hak istemlerinden kaynaklı bir sorundur özünde.

Yani her şey dış güçlerin eseri bunlara göre.. Bu İttihat ve Terakki’den bugüne, devletin resmi ideolojisinin sürekli işlediği bir tezdir. Yani iç dinamiklerin hiçbir önemi yok, “Dış düşmanlar Türkiye’yi bölmeye çalışıyorlar.” Dış düşmanlar dedikleri, ülkenin her tarafında üsleri olan ABD, yine en büyük ticaret hacmine sahip oldukları girmek için yıllardır kapısında bekledikleri Avrupa Birliği’nin üç güçlü ülkesinden birisi olan İngiltere, ve son dönemde biraz çetrefilleşse de yıllardır en iyi ticari ilişkilere sahip oldukları İsrail. Yani bu üç ülke hem dostları, hem de düşmanları nasıl oluyorsa. Nasıl oluyor da ABD’nin Suudi Arabistan’ı kontrol edemeyeceği söyleniyor, böyle bir şeyi mantık alabilir mi? ABD’nin en iyi kontrol ettiği ülkelerin başında gelir Suudi Arabistan.

Bu “dış güçler” politikası her daim özellikle totaliter ülkelerde uygulanır. Çünkü içeride böylece manipülasyon yapmak ve gerçeği farklı göstermek mümkün olurken, aynı zamanda milliyetçilik ve din de kullanılarak hükümet kendi taraftar kitlesini kemikleştirir. Hatta kendine taraftar olmayanları bile kendi yanına çeker. Bu retoriğe baktığımız zaman çoğunlukla da iktidarlar açısından başarılı olmuştur. En azından bir süreliğine. Ama hep bu retorik ilelebet başarılı olamaz.

Sonuç olarak bu bir komplo teorisi olmaktan öteye gitmemektedir. Ve bu kadar borçlu, ekonomisi krizde, halkı giderek yoksullaşan, parası pul olmuş ve parası dünya paralarının karşısında sürekli değer kaybına uğrayan bir ülkenin retoriği ile içinde bulunduğu nesnel durum hiç birbiriyle örtüşmüyor. Böyle bir ülkenin özellikle Orta Doğu gibi kurtlar sofrası bir bölgede liderlik etmesi olasi degildir ve büyük emperyalist güçlere “içi boş söylemler” dışında karşı duramaz.

Erol Anar


[1] Kırmızı Kitap, Milli Güvenlik Politikası, Paraf Yayınları, sayfa 526-527.

[2] https://www.haberturk.com/ulke-ulke-ozel-sektor-borcu-ne-kadar-2100922-ekonomi

[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-52571113

[4] https://www.karar.com/yazarlar/taha-akyol/dis-gucler-saldiriyor-1587306 04.10.2020 00:28

[5] George Orwell, “1984”, Can Yayınları, 31. Baskı, sayfa 430.

[6] Fathali M. Moghaddam ise “Diktatörlüğün Psikolojisi”, Paraf Yayınları.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!