Varoluşçuluk ve Sartre, Dostoyevski, Camus, Kierkegaard’a Dair Birkaç Söz

Varoluşçuluk ve Sartre, Dostoyevski, Camus, Kierkegaard’a Dair Birkaç Söz

“Heidegger’in pek hoşlandığı bir deyim vardır: Bırakılmışlık. Bu deyimden şunu anlıyoruz biz: Tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır…” [1] der Sartre.

Sartre, bir varoluşçu olarak Martin Heidegger’den de etkilenmiştir.

Sartre, Dostoyevski’ye de bir varoluşçu olarak önem verir.

“…Dostoyevski, ‘Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu!’ diye yazmıştı. (İşte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.) Gerçekten de Tanrı yoksa her şey yeğdir (mübahtır), hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan, kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanacak bir destek vardır, ne de dışında tutunacak bir dal. Artık hiçbir özür, dayanak bulamayacaktır yaptıklarına. Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez elbet. Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle gerekircilik (déterminisme), kadercilik yoktur burada, kişi özgürdür, insan özgürlüktür…” [2]

Dostoyevski’nin varoluşçu özellikler içeren büyük romanı Karamazov Kardeşler’de geçen ünlü cümledir bu, Sartre’ın altını çizdiği. Burada Dostoyevski’nin yanılsaması ahlâk ile dini bir sayması ve birbirinden ayırmamasıdır. Oysa ahlâk ve din birbirinden farklı kavramlardır. Zaten Dostoyevski’nin ana problemi her şeyi bir dinci bir ahlâkçı gözüyle görmesidir. Ama onun ahlâkçılığı dinde, daha doğrusu İsa imgesinde somutlaşmıştır.

Aslında bu yorumu Sartre, Dostoyevski’yi tersine çevirerek yapmıştır. Burada Dostoyevski’nin söylemek istediği, tanrının olmadığı bir yerde her şey yapılabilir; çünkü bunu denetleyecek bir güç, ölçü,bir kural ya da etik olmayacaktır ona göre. Ama Sartre bunu tersine çevirir ve Dostoyevski’den daha farklı bir noktaya, tanrısız  bir varoluş noktasına ulaşır.

Sartre, ünlü cümlesinde varoluşçuluğun özüne iner ve şöyle der: “Varoluş Özden Önce Gelir.” Bu varoluşçu felsefenin özünün dört kelime ile açıklanmasıdır. Peki ne demektir varoluşun özden önce gelmesi? Bunu da şöyle açıklar varoluşçu filozof:

“Yapılmış bir nesneyi, sözgelişi bir kitabı ya da bir kâğıt keseceğini ele alalım. Bu nesneyi bir kavramdan esinlenen (ilham alan) bir zanaatçı yapmıştır. Zanaatçı onu yaparken bir yandan kâğıt keseceği kavramına, öbür yandan da bu kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur… Neye yarayacağını bilmeden kâğıt keseceği yapmaya kalkan bir kimse tasarlanamaz. Bu demektir ki kâğıt keseceğinin özü (yani onu yapmayı ve tanımlamayı sağlayan reçetelerin, tekniklerin, niteliklerin hepsi) onun varlaşmasından önce gelir.” [3]

Belki şöyle de açıklayabiliriz Sartre’ın bu ünlü sözünü: Ben her şeyden önce varım, sonra varlığımın farkına varırım. İşte bu noktada varoluşumun anlamını sorgularım. Bu elbette bir felsefedir, ama bir yaşam felsefesidir. Çünkü hayatı ve insanın varoluşunu sorgular. Gücünü ya da güçsüzlüğünü, yapabileceklerini ya da yapamayacaklarını açığa çıkarmaya çalışır.

Kaderci bir bakış açısına sahip bir insan hayatı ya da kendisinin ne olduğunu, neyi tanımladığını çok da sorgulamaz. Önünde sonunda inandığı Tanrı onu böyle yaratmıştır. Biraz kendi sorumluluğunun da olduğunun farkındadır davranışlarında. Ama sonunda, “Kader” der geçer. Alnına yazılan gerçekleşmiştir.

Ancak Sartre böyle demez. Sartre, ateist bir varoluşçu olarak, insanın tepeden tırnağa sorumlu olduğunu ve varlığının sorumluluğunu da yüklenmesi gerektiğine vurgu yapar. Bu noktada Heidegger’in “bırakılmışlık” sözünü alarak, oradan insanın kendi kendinden sorumlu olduğu ve bununla kalmayıp, diğer insanlar da sorumlu olduğunu öne çıkarır.

Yani bu noktada varoluşçuluğa yöneltilen “öznelcilik” suçlamasına da yanıt verir.

Şöyle bir düşünelim, insan bu dünyaya bırakılmışsa ve yalnız başına ise, kendisinden ve davranışlarından sorumlu ise, kendi kendini yapıyor, oluşturuyorsa -elbette çevresel ve diğer etkenlerin de etkisiyle- o zaman insan kendisinden kaçamaz. Sorumluluktan da kaçamaz.

Sartre, varoluşçu felsefesine toplumsal bir yön de vermiştir:

“Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz.” [4] der. Bu biraz da Bakunin’in “Bir tek insanın bile köleliği tüm insanlığı çiğner ve herkesin özgürlüğünü etkisiz hale getirir.” cümlesiyle uyum sağlıyor.

İnsan başkalarının köleliğinden, tutsaklığından da sorumludur. İnsan kendisinden ve başkalarından, daha doğrusu her şeyden sorumludur ve bu sorumluluktan kaçamaz.

Bu noktada Sartre, Dostoyevski’den etkilenmiştir. Çünkü aşağıdaki Dostoyevski cümlesiyle aynı şeyi söylemektedir:

“Kendimizin ve başkalarının sorumluluğunu üzerimize alarak gerçekten her şey ve herkes için suçlu olduğumuzu anlamalıyız.” [5]

Yine Dostoyevski, bu romanında,

“… insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan  yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider.” [6] der.

Yani insan varoluşunun sırlarını sorgulamak ve bilmek durumundadır. İşte bu varoluşçuluktur.

“İnsan kendi hayatından başka bir şey değildir… Bununla şunu demek istiyoruz: İnsan, bir girişimler zinciridir. İnsan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür.” [7]

Hristiyan varoluşçular olarak hem Kierkegaard hem de Dostoyevski, İsa imgesinden etkilenmişlerdir. Özellikle de İncil’deki ‘Lazarus’un dirilişi’ ile ilgili anekdot onları çok etkilemiştir. İkisi de kitaplarında bundan söz eder. Kierkegaard, “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı kitabında bu anekdota değinir.

Hristiyanlığa inanan ve onu savunan bir düşünür olmasına karşın Kierkegaard, ateist varoluşçular Heidegger ve Sartre gibi sorgular umudu ve varoluşu.

“… umutsuzluk boyun eğmeyen, yok edilemeyen bir şeyi, ben’i ateşe vermektedir.” [8]

Sartre ise umutsuzluğu şöyle yorumlar:

“Bir başına bırakıldığımız için varlığımızı biz kendimiz seçeriz. Bırakılmışlık bunaltıyla birlikte yürür. Umutsuzluğa gelince, pek basit bir anlamı vardır bu sözün. O da şudur: Umutsuzluk, “irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara (ihtimallere) güvenmekle yetineceğiz,” demektir. Gerçekten de insan  bir şey istemeye görsün, durmadan olasılık öğeleriyle (unsurlarıyla) karşılaşır.” [9]

Peki umutsuzluk kötü bir kavram mıdır? Boş bir umut, umursuzluktan daha mı iyidir ve insanı bir yerlere götürür mü?

Camus ise, “Umutsuzluk susar.” der ve şöyle devam eder sözlerine: “Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar.” [10]
Burada umutsuzluğun içinde yeşeren umut var. Her şeyin diyalektiği vardır ve umutsuzluk kaçınılmaz olarak umudu doğurur. Umut ise umutsuzluğu ve bu diyalektik böylece sonsuza dek ilerler. İşte bence Camus’un anlatmaya çalıştığı şey de budur. Her şey kendi karşıtıyla vardır ve onu doğurur. Bu kaçınılmazdır.

Umutsuzluk susar Camus’nün dediği gibi, ama diğer yandan sustuğu için konuşuyordur aynı anda. Ağızla olmasa da gözlerle, ya da hareket ile ya da sessizlik ve durgunlukla. Çünkü gerçekte hiçbir şey durmaz.

Sartre’dan Dostoyevski’ye, Heidegger’e, Camus’dan Kierkegaard’a bütün bu düşünür ve yazarlarda ortak olan kaygı varoluşçu bir yüzleşme vardır ve de bir özgürlük, bir çıkış arayışı. Varoluşun çıkabileceği görünmeyen bir kapıyı aramaktır bu. Hayatı ve varoluşu sorgulama kaygısı onları benzer düşünceleri farklı biçimde dile getirmeye itmiştir.

Erol Anar

Dipnotlar


[1] Jean Paul Sartre: Varoluşçuluk, Say Yayınları,
28. Baskı: 2018, epub, sayfa 32.

[2] Jean-Paul Sartre, age, epub, sayfa 33.

[3] Jean-Paul Sartre, age, sayfa 26.

[4] Sartre, age, sayfa 29.

[5] Dostoyevski: Karamazov Kardeşler, TİB Yayınları, sayfa 873, pdf,

[6] Dostoyevski, age, sayfa 701.

[7] Sartre, age, sayfa 39.

[8] Kierkegaard: Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, DoğuBatı Yayınları, epub, Sayfa 22.

[9] Sartre: Varolusçuluk, epub, sayfa 37.

[10] Albert Camus: Yabancı, Can Yayınları , sayfa 10.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!