Geçmişten Uğultular

Geçmişten Uğultular

 

Bayram günleri ise bütün çocuklar için olduğu gibi, bizim için de çok önemli günlerdendi o zamanlar. Hemen herkes çocuklarına yeni giysiler alırdı bayram için. Çünkü bayramda herkes temiz ve en yeni giysilerini giyerdi. Biz de öyle yapardık.

 

Bu günlerde başka mahallelerden çocuklar da bizim mahalleyi ziyaret eder ve şeker isterlerdi kapılarını çaldıkları evlerden. Bunlar Havza’nın tüm mahallerini, ellerindeki naylon şeker poşetleriyle ziyaret eder ve şeker biriktirirlerdi. Naylon torbalarının içinde binbir çeşit akide şekerleri parıldardı bunların. Hepsini yiyeceklerinden değil, ama şeker biriktirmeyi severlerdi bu çocuklar bayramlarda.

Bunlar 5 – 10 kişilik gruplar halinde idiler. Tanıdık tanımadık bütün kapıları dolaşırlardı akşama kadar. Kilolarca, renk renk şeker toplarlardı. Sonra ne yaparlardı o şekerleri bilmiyorum, belki günlerce yerlerdi.

Biz ise  şeker toplamayı sevmezdik hiçbir zaman, kimsenin kapısına gidip de şeker toplamadık.  Sadece tanıdık komşu ve akrabaları ziyaret ederdik; şeker de almazdık, tutarlarsa sadece bir tane o kadar, biriktirmezdik. Daha doğrusu akide şekerini sevmezdik.

Bayram sabahı erkenden teyzemin oğlu Sinan gelirdi bize tertemiz ve yeni elbiselerini giyinmiş olarak. Ben de aynı şekilde yeni elbiselerimi giyinmiş ve tertemiz olurdum. Herkes öyleydi o zamanlar.  Daha sonra Sinan ile Vezirköprü yolunda oturan Muammer halamı ziyaret ederdik ilk iş olarak.

Muammer halam her zaman olduğu gibi dudaklarından hiç eksik etmediği o zarif gülücük ve soylu tavrıyla karşılardı bizi. Bizi içeriye davet eder, şeker, lokum ve tatlı ikram ettikten sonra ikimize de gıcır gıcır birer lira verirdi. Daha sonra Sinan ile Memduhiye’deki Çerkes akrabalarımızı ziyarete giderdik.  Gülgül teyzeyi ve diğer akrabalarımıza tek tek ziyaret ederdik burada. Gülgül teyzenin elma bahçesinde soluklanır burada yarı olmuş, yarı ham elmalardan yerdik evin karşısındaki bahçede. Sonra bahçeye oturup birer çay içerdik.

Mahalleden bazı arkadaşlarımız sabah erkenden babalarıyla bayram namazına giderlerdi. Özellikle de Metin. Biz ise namaza gitmezdik. Sabah böyle ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra öğleden sonra arkadaşlarla buluşur, oyun oynar ve ırmak kenarında sohbet ederdik. Bazen bira alır ve yabancı sigara eşliğinde içerdik. Nasıl olsa bayramdı ve cebimizde bol para vardı.

Bayram günlerinde mahallenin bütün çocukları, kadınları, yetişkin adamları, gençleri bir dostluk ve  barış bir dostluk havasında olur, küs olanlar barışırdı. Bazen bu bayram günlerinde bizim mahallede kızlı erkekli karışık top oyunları oynardık. Yakar top, dombilis ve bilumum oyunlar… Mahallenin tüm kızları ve genç, çocuk erkekleri toplanırdı; çok kalabalık bir seyirci ve oyuncu kitlesi önünde oynanırdı bu oyunlar. Daha sonra ise yorulunca bazen Pideci Şerif’e haber salınır ve pide söylenirdi. Şerif ya da oğulları dükkanı açar ve mahalleliye kıymalı pide yaparlardı. Bunu hepimiz ortak öder ve yerdik mahallede.

***

Dörtyol’da erkek egemen kültür baskındı; bu kültürün simgeleri ise içki, kabadayılık ve kumardı. Bu üçü çok yaygındı Dörtyol’da, özellikle hemen tanıdığım herkes alkolikti. Bizim mahallede de öyle babalarımız da öyleydi. Birkaç arkadaşımın babası hariç diğerleri hem alkol alır, hem de kumar oynarlardı. Bazıları ise kumar oynamaz, yalnızca alkol alırlardı. Esnaflar da alkolikti. Lastikçi Balo abi, Yedek Parçacı Yetim Ali Amca, Kore Nejat …

Babam da alkolikti, her gün arkadaşlarıyla içerdi. Yemeyi içmeyi, ava gitmeyi böyle yaşamayı severdi. Kumar da oynardı. Özellikle o zamanlar Muammer halam hep söylerdi, babamın bir gecede 40 bin lira gibi bir parayı kumara verdiğini anlatırdı. Muammer halam,

“O parayla Ankara’da bir daire alınırdı.” derdi anlatırken.

Dolayısıyla babalarımız üç şeye düşkündürler: Hafif kabadayı tavırlar, kumar ve içki. Babamın lakabı “Deli Turgut” idi. Aklına eseni yaptığı, kimseyi takmadığı için bu lakabı vermişlerdi ona. Bir diğer lakabı ise “Reis” idi. Arkadaşları ona “Reis” diye hitap ederlerdi.

Serde kabadayılık olduğundan, devlet adamına, devlet memuruna boyun eğmek o zaman insanlar için alçaltıcı bir şeydi bu yüzden. Özellikle babam ve arkadaşları devlet adamlarına boyun eğmezlerdi. Bir keresinde babam, Göbeçoğlu değirmeninden Havza’nın merkezine silah ata ata faytonla gelmişti hatırlıyorum. Ne polis, ne asker kimse de bir şey deyip karakola götürmemişti onu.

Hemen herkesin babalarının tabancaları ve tüfekleri vardı, babamın da öyle ava gitmeyi sever arkadaşlarıyla balık tutmayı severdi.

Bir keresinde tabanca yakalatmıştı, o da bir polisle tartıştığı için.  Aslında herkes biliyordu silahları olduğunu. O dönemde bir süre hapis yatmıştı bunun için.

Zaten polislerin çoğu da rüşvetçi ve kumarbazdı. O yüzden onlar da kimseye bir şey diyecek durumda değillerdi, her kahvehanede bazı çoğu kumar oynarlardı  ve ayrıca da küçük kasabalarda olduğu gibi  bir rüşvet tezgâhı kurmuşlardı. Bunu  da bizim kapı komşumuz Komiser Bican abi ortaya çıkarmıştı. O yüzden o dönem bekçi ve polisler ondan nefret etmişlerdi. Rüşvet ağını bozmuştu onların Havza’ya tayin olunca.

Ramazanlarda ve bayramlarda Dörtyol’da gündüz çok fazla insan olmazdı. Sadece kahvehanelere bazı erkekler öğleden sonra giderlerdi. Ama akşam hava kararmaya başladığında Dörtyol’daki kahvehaneler tıklım tıklım dolardı birden. Özellikle bizim yanımızdaki Dağıstanlı yazıhanesinin de  bulunduğu kahvehane tıklım tıklım dolar, burada bir kasabaya göre büyük çaplı kumar dönerdi. Özellikle kılıç, borsa vb.. gibi kâğıt oyunlarıyla, paralı oyunlar oynanırdı. Ben hatırlıyorum, çünkü o sıralarda çocuktum ama bizim dükkânda durur, kumar oynayanlara ise tanık olurdum. O gecelerde kazananlar heyecanlı heyecanlı para sayarak çıkarlardı kahvehaneden, kaybedenler de asık surat ile. Ama kazanan da kaybeden de, genellikle bir restorana gidip geç saatlere kadar içki içerlerdi.

Küçük kasaba psikolojisi olduğundan, belki  biraz aksiyon gerekliydi, bilmiyorum.  İşte bu yüzden erkeklerin çoğu o dönemde içkiye ve kumara eğilimli idiler. Özellikle Dörtyol’da bu böyle idi. Bu anlamda, bir bakıma devlet memurları da öyle idiler.

Hatta komşularımızdan bir arkadaşımız anlatmıştı: Babası otobüs yolculuğunda rakı içemediği için, portakalın içine yolculuk öncesi iğne ile rakı enjekte edermiş. Böylece yolda giderken rakı içmek yerine, rakılı portakal yemiş. O derece alkole düşkünlerdi.

Ama babalarımızın bir özelliği vardı; çoğunlukla takım elbise, kravat, yelek ile saçlar, bıyıklar taranmış, boyanmış, tıraş olmuş özenli bir şekilde çıkarlardı sokağa. Limon kolonyası da dökerlerdi biraz avuçlarına , avuçlarına sürdükten sonra yüzlerine sürerlerdi, özellikle de bıyıklarına.

Acısıyla tatlısıyla yaşadık hepimiz o yılları. Şimdi çok uzaklarda kaldı. Geriye uğultu gibi belli belirsiz zaman zaman kulaklarımızda çınlayan sesler kaldı sadece.

Uzaklardan rüzgârın getirdiği fısıltı halinde sanki belli belirsiz o oyun oynayan çocukların seslerini hâlâ duyarım. O sesler sonsuza kadar uğuldayıp duracak belki de Evren’de, kim bilir…

 

Erol Anar

Henüz yayınlamadığım “Aşağı Mahalle” başlıklı kitabımdan.
© erol anar, 2019

Not: Fotoğraf semboliktir…

One thought on “Geçmişten Uğultular

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!