Abhazya ve Adigey Notları (1)

Abhazya ve Adigey Notları (1)

 

1993 yılında arkadaşım Paşa (Dipşow Berkuk)  ile Abhazya ve Adigey’i ziyaret etmeye karar verdik. Ben o zamanlar gönüllü olarak İnsan Hakları Derneği’nde çalışıyordum ve Derneğin yayın organı olan İnsan Hakları Bülteni’nin Genel Yayın Yönetmeni idim. Dernek yönetimi aldığı bir kararla, Abhazya – Gürcistan savaşı sırasında yaşanan insan hakları ihlalleri konusunda, dernek adına bir inceleme yapmamıza izin verdi. Geziyi kendi olanaklarımızla karşılayacaktık. Çünkü zaten Çerkes olduğumuzdan Kuzey Kafkasya ve Çerkesya’yı ziyaret etmeyi düşünüyorduk. Bu vesile ile ikisini bir arada yapmaya karar vermiştik. Bu nedenle, dernekten para talebinde bulunmadık.

Ayrıca Hollanda’yı da ziyaret etmek istiyorduk, akrabalarımız vardı orada. Bu amaçla, vizemizi Ankara’daki Hollanda Konsoloslugu’ndan almıştık. Adigey’den sonra, oradan Hollanda’ya gidecektik.  Biraz dolaylı bir seyahat olacaktı, ama  bu sayede aynı anda birçok yeri görecektik.

Rus Konsolosluğu’ndan vize almak amacıyla Trabzon’a gittik. Sabah kahvaltıdan sonra Konsolosluk önüne giderek, sıramızın gelmesini bekledik. Biz sıradayken, yaşlıca bir adam gelerek kapıda bekleyen ve biraz Türkçe bilen Rus görevliye şöyle dedi:

“Git Konsolos’a söyle, bir Albay ağabeyin geldi, seninle görüşmek istiyor de.”

Rus görevli içeri gitti ve döndü, Albaya beklemesini soyledi. Albay olmak, belki Türkiye’de her kapıyı açıyordu, ama Rus Konsolosu için sıradan bir meslekti.

Albay bu arada bizimle konuşuyordu:

“Bir oğlum var da yirmi yaşında. Onu Moskova’ya müzik eğitimi için göndermek istiyorum. Konsolos’tan, bu konuda bilgi ve öneri alacağım.”

Daha sonra içeriye girdik ve kırkar dolar vize parası ödedik. Abhazya vizesi de almak istiyorduk, ama Rus görevli bize bakarak şöyle dedi:

“Abhazya’da savaş var, oraya girmek yasak.”

Artık önümüzde bir engel kalmamıştı. Hemen seyahat acentasına giderek, bir sonraki akşam kalkacak olan gemiden iki yataklı kamara bileti aldık. Hiç olmazsa uyuyarak ve dinlenmiş olarak gidecektik. Yolculuk, gemi ile yaklaşık on bir, on iki saat sürüyordu.

Ertesi akşam, gemiye binmeden önce, limanda bazı yabancı kızlar ile Trabzonlu gençlerin “aşklarına” tanık olduk. Birçok çift birbirine sarılmış ağlıyordu. Karşı kıyıya vardığımızda ise bu sahnelerin birer senaryodan ibaret olduğunu görduk. Trabzonlu’ya sarılarak aglayan bazi  kızlar, Soçi’ye vardığında  sevgilisi tarafından karşılanıyordu. Bazı kızların amacı, Trabzonlu’lardan para sızdırmaktı. Bazı Trabzonlu’ların amacı ise onlardan cinsel olarak yararlanmak.

Daha sonra gemiye bindik. Bir süre sonra Soçi’ye doğru hareket ettik. Gemi, yıllar sonra kaçırılacak olan “Avrasya” idi. Avrasya, o gün çok kalabalıktı; ana baba günüydü.

Kamaramıza yerleştikten sonra dışarıya çıktık. Çeçenler, büyük bir grup halinde toplanmışlardı. Türkiye’den gidenler, dönenler her yaştan insan vardı. O zamanlar bavul ticareti yaygın olduğundan gelip giden çoktu.

Daha sonra geminin kantinine çay içmeye gittik. Burada yanımızdaki masada oturan bir çift vardı. Onlarla sohbete başladık.  Karaçay Çerkes’e gidiyorlardı, orada akrabaları olduğunu söylediler. Kendileri, Türkiyeli Çerkeslerdendi. Kadının adı Reyhan, eşinin ismi ise Bülent idi.

“Aman Soçi’de dikkat edin kendinize.” dedi Reyhan.

Paşa ile birbirimize baktık.

“Neden?”

Reyhan, önündeki çay bardağından birkaç yudum içtikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bakın Karaçay Çerkes’e ilk gittigimizde başımıza gelen bir olayı size anlatayım. Yine bu gemiyle Soçi’ye gitmiştik. Gemiden indikten sonra bir otele gittik. Buradan ertesi gün Karaçay Çerkes’e hareket edecektik. Otelin lobisinde otururken,  bir kişi ile tanıştık. Bize çok içten davrandı, ikramlarda bulundu. O da, bizim gibi Karaçay Çerkes’e gidiyormuş. Ertesi gün için bizi de götürebileceğini söyledi. Kendisinin arabasıyla gidecektik. ‘Aman zahmet vermeyelim, gerek yok.’ dememize karşın ısrar etti.

Bülent acı acı güldü ve,

“O an bilmiyorduk başımıza neler gelebileceğini.” dedi.

Kadın , bir an eşine baktı ve daha sonra anlatmaya devam etti:

“Ertesi gün bavullarımızı arabaya yükledik ve hep birlikte Karaçay Çerkes’e doğru yola çıktık. Birkaç saat durmaksızın araba ile yolculuk ettik. Daha sonra bizi götüren şoförümüz, “Burada bir çay içelim, buranın çayı güzel olur, hem de biraz dinlenmiş oluruz.” dedi. Böylece arabadan çıktık ve orada bir masaya oturarak çay içmeye başladık. Birkaç çay içtikten sonra, birden karşı konulamaz bir uyku isteği bastırdı. Konuşamıyorduk, hareket edemiyorduk, ama olan biteni görüyorduk. Adam, yanımızdan kalktı ve arabaya binerek hızla uzaklaştı. Bütün eşyalarımız ve bavullarımız da arabada idi.”

Bir an sustu. Sonra kaldığı yerden devam etti.

“Üç gün sonra hastanede uyandık. Doktorlar, bizi uyuşturucu kullandık sanmışlar.” dedi Bülent gülerek. Adam, çaylarına çok kuvvetli uyku ilacı koymuştu. Daha sonra Karaçay Çerkes’i aradıklarını ve akrabalarının gelerek, onları oraya götürdüklerini anlattı.

Bu öyküye şaşırmıştık. Fakat yaşayan, öğreniyordu. İnsanlar, insanlardan kitaplarda yazmayan şeyleri öğreniyorlardı. Bu nedenle, her zaman hayatın öğrencisi olmayı tercih etmiştik.

Yeniden güverteye çıktık. Böyle dolaşırken birden İkinci Kaptan’a rastladık. Genç ve sempatik birisiydi. Kendisine gemi ve yolculuk ile ilgili çeşitli sorular sorduk, sohbet ettik.

“Gelin yukarıya çıkalım, ben bir şeyler içeceğim. Sohbetimize orada devam ederiz.” dedi.

Her şeyi kontrol etmişti ve açık denizde seyrediyorduk. Kendisine eşlik etmemizden memnun olacağını söyledi.

Aslında o an içmek gibi bir düşüncemiz yoktu. Ama bu teklifi kabul ettik, İkinci Kaptan’ı izledik ve geminin en üst katına çıktık. Garsonlara haber vermişti; buraya plastik bir masa ile rakı, buz ve çeşitli mezeler getirdiler.

Aşağıda yetmiş iki milletten insanlar, geminin içinde bir o yana bir bu yana dolaşıyorlardı. Çeçenler ise kendi aralarında mızıka çalarak düğün yapmaya, dans etmeye başlamışlardı.

Manzara muhteşemdi,  balkonumuz sadece deniz manzaralı değil, açık deniz manzaralıydı. Yaz olduğundan hava henüz aydınlıktı.

Böyle sohbet ederek ve açık denize bakarak içmeye başladık. Uzaklarda bulutlar denizin üzerinden yükselen dalgalara benziyorlardı. Bazen yükseklerde uçan kuşları görüyorduk.

Ve yavaş yavaş açık gökyüzünde kızıl ve sarı bulutların rengi, laciverte dönüyordu.

 

Devam edecek…

Hatko Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!