“Bilindiği gibi Osmanlı toplumsal yapısında birey ile devlet arasında ‘ara ya da tampon’ olarak adlandırılan ikincil kurumlar yoktur. İkinci olarak Osmanlı ‘münevverlerinin’, ‘memur-aydın’ kimlikleri; tek ya da kuramın peşin peşin dışlanmasını içerir. Üçüncü olarak son dönem Osmanlı aydınının gündemindeki birincil sorun “Bu devlet nasıl kurtarılabilir?” sorusuna yanıt aramaktır ki bu da onun tarihsel bir misyon üstlenmesine neden olmuştur. Bu misyon devleti yıkmayı değil, tersine kurtarıp sağlamlaştırmayı içermektedir.’[1]
Şerif Mardin’in saptadığı gibi Jön Türk düşüncesi radikal değil, muhafazakârdır. İttihat ve Terakki’nin son kongresi 1 Kasım 1918’de toplanıyor, 5 Kasım’da ise İttihat ve Terakki kendisini feshediyordu. Ancak İttihatçılık etkisini sonraki dönemlerde de sürdürüyordu. Bugün bile Türk aydınının hareket reflekslerinin arkasında İttihatçı düşünce gizlidir.
“İttihat ve Terakki’nin bu kongresi çok ilginç tartışmalarla geçti. Genel Kurul raporunda, Tanzimattan beri süre gelen devlet yönetiminin, siyasal gelişmelerin genel bir değerlendirmesi yapılarak Tanzimatçı aydınlar eleştirildi. İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerinde yürüttükleri siyasetin özgün sayılacak değerlendirmesi yapıldı. Ermeni, Arap ve Balkan ayrılıkçı hareketlerin gelişme şartları ve sakıncaları dile getirildi. Bunların yanında, partinin yönetim şekli ve ideolojisi sorgulandı. Bu kongreden sonra İttihat ve Terakki’nin siyasal programına “laiklik” çok önemli bir unsur olarak girdi. “Bir devlet hem İslâmi hem de çağdaş olabilir mi?” şeklinde ortaya konulan çok önemli bir sorunun tartışmasını yaptılar. Konunun derin felsefi, siyasal ve dini açıklamalarına girmeseler bile, aktüel bir yaklaşımla Osmanlı Devleti’nin hem İslâmi ve hem de çağdaş olabileceği sonucuna ulaştılar.”[2]
İşte bugün gelinen nokta, İttihat Terakki’nin noktasıdır: Türk – İslâm sentezi. Yani devletin hem Türk, hem de İslâmi temeller üzerinde bir şekillenimi ve aynı zamanda da “çağdaş” Batı ile kopmadan bir ilişki sürdürülmesi arzusu.
Tarihsel olarak Türk toplumlarından “aydınlar” resmi ideolojiden “entelektüel bir kopuş” gerçekleştirememişlerdir. Her şeyin devletin güçlülüğü ve kutsallığı üzerine kurulduğu Türk toplumsal yapısında “aydın hareketi” de statükocu (status quo) temeller üzerinde şekillenmiştir. Devlete karşı/rağmen aydın olmaktan kaynaklanan bağımsızlığını değil, devleti dolayısıyla da kendi çıkarlarını -toplumun kini değil- koruyan bir anlayış egemen olmuştur. Bu nedenlerden dolayı “Türk aydın hareketi” bağımsız bir entalijansiya (intelligentsia) hareketi olamamıştır, bu anlamda devletten tamamıyla bağımsız bir Türk entelijansiyasından söz etmek de olası değildir. Bu aydın tipi zaman zaman konjonktürel olarak devletle çelişse bile -ki aslında devletle de çelişmez, en fazla hükümetlere karşı çıkar, bunu da devletin çıkarları için yaptığını düşünür- genel olarak resmi ideoloji ve devletin etki alanında konumlanmıştır tarihsel olarak. Osmanlı dönemindeki “aydınların” büyük bölümü devlete göbeğinden bağımlıdır. Bu biraz da, Türk toplumlarında tarihsel olarak Batı’da olduğu gibi sivil bir toplum ve özgür düşünce, aşağıdan yukarıya halk hareketi gelişemediği ve var olan isyanların da güdük kalması sonucunda “aydın” tipi de militarist karaktere sahiptir ve kendisini de toplumun değil, devletin çıkarlarını korumakla yükümlü hissetmektedir.
“Türkiye’de Gibb ve benzeri müştereklerin Osmanlı’da sivil topluma karşılık olabilecek yapılar arayışına karşın, bir sivil toplumlaşma yoktur. Bırakınız sivil toplumlaşma pratiğini -ve elbette kuramını, sivil toplumlaşma duyarlılığından bile söz edilemez.”[3]
Otoriteye bağımlı, elitist anlayış bu aydın tipinde her zaman egemen olmuştur.
Toplum, hak arama bilincinden yoksundur; sivil itaatsizlik yöntemlerine yabancıdır. Bir “Üçüncü Dünya” ülkesi olan Bolivya’da ekmeğe zam yapıldıktan sonra halk ayaklanıyor, üç askeri darbenin yaşandığı Türkiye’de ise halktan ciddi bir tepki gelmiyor. Bunun nedenleri, ilk Türk devletlerinden Osmanlı’ya ve günümüze değin Türklerde devletin kutsal bir yapı olmasının yanısıra, Türk toplumunun tebaalıktan, cemaatlikten kurtulup sivilleşememesi, bunun sonucunda, aydınlanmanın güdük kalması ve özgür bireyin ortaya çıkamamasıdır.
“Batı”da aydınlanma, burjuvazinin ve onun aydınlarının önderliğinde ezilen sınıfların aşağıdan yukarıya taleplerinin sonucu devrimlerle gerçekleşmiştir. Aydınlanma, çok boyutlu bir olgudur; siyasal, toplumsal, sanatsal, edebi, kültürel, bilimsel, köklü dönüşümlere yol açan boyutları vardır. Türkiye bu anlamda çok boyutlu bir aydınlanma yaşamamış, evrensel ölçekte entelektüel yetiştirememiştir. Yukarıdan aşağıya yapılan reformlar da, özellikle kırsal kesim tarafından içselleştirilemedi.
“Resmi ideoloji oluşturmak için ‘bilgi’ kanallarını denetlemek, -enformasyon bilgi demek olduğuna göre- bazı bilgilerin kitlelere ulaşmasını engellemek, kitelelerin bilincinde (memoire collective) bir boşluk yaratmak üzere çıkarlarına uygun bir bilgi ve enformasyon ağı oluşturmakla mümkündür. İşte Cumhuriyet aydınlarının işlevi böyle bir resmi ideoloji üretmek olmuştur.”[4]
Sonuç olarak geniş kapsamıyla bir aydınlanmadan söz edilemez. Özellikle 1960’lardan sonra yapılan çeviriler ve daha önceleri Milli Eğitim Bakanlığı’nın klasikleri yayınlaması olumlu bir gelişme olmakla birlikte, bu toplumsal bir aydınlanma yaşandığının bir argümanı değildir tek başına. Aydınlanma, şapka, kıyafet, harf değişiklikleri demek değildir, bunlar biçimsel düzenlemelerdir; oysa aydınlanma aşağıdan yukarıya tüm toplumu değiştirir.
Erol Anar
“İnsan Hakları Tarihi”, İkinci Baskı: 2000, İstanbul, Chiviyazıları Yayınevi.
[1] Mardin, Şerif: Age.
[2] Yağcıoğlu, Eşref: İttihat ve Terakki’nin Son YIlları 1916 Kongresi Zabıtları”, Nehir Yayınları, İstanbul, s. 7.
[3] Keyder, C: “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1989, s. 67.
[4] Fikret Başkaya: Paradigmanın İflası – Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Doz Yayınları, İstanbul, s. 25.
Başarılı bir çalışma olmuş.
Türk aydınlanma hareketleri, dönemin süper güçleri olan Avrupalı devletlerden etkilenmesi kaçınılmazdı. Türk-İslam devletlerinin bilimsel alanda lider konumda olduklarında Batılılarda Doğulardan yararlanmıştır. Bu dünyanın bir kuralı olmakla beraber tarihi bilmeyen insanların eleştirilerine kulak asmamak lazımdır.