“Muhalefetten” Devlet Memurluğuna Osmanlı-Türk Aydını (2)

“Muhalefetten” Devlet Memurluğuna Osmanlı-Türk Aydını (2)

Bugün de Türk aydınının en büyük sorunu budur. O en fazla hükümetlere muhalif olabilir, ama devlete karşı olmaz.

Osmanlı aydını hayatını bir şekilde “muhalefeti” ile kazanmıştır. Muhalefetteyken bile devlete göbeğinden bağlı olma içgüdüsüdür bu. Muhalefetteyken bile maaş almıştır bunlardan bazıları. Daha sonra ise kendilerine maaşlı bir devlet görevi verildiğinde hemen “muhalefet” ettikleri devlete koşmuşlardır.

Yeni Osmanlılar içinde öne çıkan aydınlardan birisi de Namık Kemal’dir. O çok da uzun sayılmayacak hayatı boyunca sürekli bir yerlerden bir yerlere gitmiş ya da sürgün edilmiştir. Devlete karşı değildir; ama diğer Yeni Osmanlılar gibi Avrupaî anlamda bazı reformlar isterken, İslâmcı yanını muhafaza etme yanlısıdır. Padişahlığa da karşı değildir. Hatta bunu savunur.

Namık Kemal’in Latin harflerine karşı direnişinin temel felsefesi şu cümlede yoğunlaştırılmıştır:

“Arap harflerinin kaldırılması Müslümanlığın kaldırılması demektir. Çünkü köylü, çocuğunu her şeyden önce din kitaplarını öğrenmesi için okula yollar; askerliğimiz de yine her şeyden önce dine bağlıdır…” [i]

Namık Kemal daha çok “Türkçü” olarak tanınır. Onun İslâmcı ve hatta şeriat isteyen, onu savunan yönü okul kitaplarında işlenmez. O daha çok resmi ideolojinin istediği şekliyle “vatan şairi” olarak sunulur. Panislâmcı yanı görmezden gelinmiş, üzeri kapatılmıştır. Namık Kemal’in romantizmden etkilenerek “vatan ve hürriyet” gibi kavramları öne çıkarması, onu gerçek anlamda özgürlükçü yapmaya yetmiyor. Aksine o, Padişah’ın yetkilerinin sınırlanmasına karşıdır, Arap harflerinin  kaldırılmasına da karşıdır. Ayrıca şeriat ister, şeriatın uygulanmasından ve din kaynaklı uygulamalardan vazgeçmez. Bunlar yapıldığında nasıl hürriyete ulaşılacağı sorusu da ortada kalır onda. Çelişkiler içindedir.

“Jön Türklerin maaşları hangi esaslara dayanılarak konduğunu bilmediğimiz farklılıklar gösterir: Ziya Paşa’nın 3.000, Namık Kemal’in 2.000, Agâh Efendi ve Ali Süavi’nin maaşları 1.500’er franktır. Herhalde bürokrasinin daha az masraf gerektirdiğine inandıkları başkaları ise 1.000 frank alırlar. Tahsisatları kesilince ne yapacaklarını bilemeyen bu ‘devrimciler’ kolayca birbirlerine düşerler. Mustafa Fazıl Paşa, Âli Paşa’yla anlaşınca, Namık Kemal İstanbul’a döner. Ziya Paşa dönüş için Mahmud Nedim Paşa’nın kendini affetmesini bekleyecektir. Tanzimat’la başlayan iktidar-muhalefet kaynaşıklığı tuhaflıklarla doludur. Midilli’ye sürüldüğü dönemde Namık Kemal bir eserini Abdülhamid’e gönderir ve saraydan “Bâlâ” rütbesiyle nişan alır.”[ii]

Osmanlı aydını hayatını bir şekilde “muhalefeti” ile kazanmıştır. Muhalefetteyken bile devlete göbeğinden bağlı olma içgüdüsüdür bu. Muhalefetteyken bile maaş almıştır bunlardan bazıları. Daha sonra ise kendilerine maaşlı bir devlet görevi verildiğinde hemen “muhalefet” ettikleri devlete koşmuşlardır. Aslında muhalefet bile değildi bu. Daha sonra ise edebiyata yönelme başlamıştır aydınlar arasında. Edebiyat ve tiyatroya.

“Birinci Meşrutiyet’in ilanından önce Kanun-ı Esasi istemeyen bir grubun varlığı dikkati çekmektedir. Bunlar padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına ve Müslüman-gayrımüslim eşitliğine karşıdırlar. Ayrıca, ‘millet’in henüz bir anayasayı anlayacak yetenekte olmadığını öne sürmektedirler. Bu grubun başında, Namık Kemal ve Rüştü Paşa ile resmi görülen Cevdet Paşa vardır.”[iii]

Daha sonraları ise işler değişir.

“Namık Kemal, Sultan Murat’ın hallinden sonra tahta çıkan Abdülhamit yönetiminde Şura-yı Devlet’e aza olur, Kanun-i Esasi’nin hazırlanması için kurulan komisyonda görev alır.”

Siyasette ise genellikle Panislâmcı idi. Panislâmcılığın da birleştirici etkeni olarak dini ve Arap harflerini görmekte idi.

“Namık Kemal devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmasında İslâm Birliği (ittihat-ı İslâm) ile Osmanlıcılık düşüncesinin etkili olacağı kanaatindedir.” (Uçman, 2006: 231)

Namık Kemal, aslında Türkçüden çok bir Osmanlıcıdır. O “İslâmi değerleri” korumak şartıyla bir “Batılılaşma taraftarıdır.” Birincisi Osmanlı devletinin bekasına inanırken, ikinci olarak da bunu İslâm ile ilişkili olarak ele alır. O bir monarşi yanlısıydı, Padişahlık taraftarıydı. Midilli mutasarrıflığına atandı. 1884’te Rodos mutasarrıfı oldu ve burada yaptığı hizmetler nedeniyle Padişah’ın imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rodos’taki görevi sona erdikten sonra ise Sakız Adası mutasarrıfı oldu. Yani hayatı boyunca -hep devlet, vatan ve kendi yorumladığı hürriyet düşünceleri etrafında- yine de bir devlet memuru olarak yaşadı ve hayata gözlerini yumdu.

“İslâmcılık ve Osmanlılık fikirleri Namık Kemal’den evvel ve Kemal zamanında ekseriyet tarafından iman edilmiş hakikatlerdi. Fakat Kemal onlara kendisini de izah eden ve kurtaran bir prensib nazariyle bakmış olacaktır. O, koyu Türkçülük devrinde gelmiş olsa dahi samimiyetten korkmamak şartiyle, İslâmiyetçi kalacak ve Osmanlılığı müdafaa edecekti. Onun bugünkü mânada anlaşılan ‘Türkçülük ve milliyetçiliği müdafaa etmesine imkân yoktu… İşte bu Pan cereyanlara mukabil, bizimkiler de şamil bir siyaset planı düşündüler ve Pan -İslâmizm ütopisi üzerinde neşriyat yaptılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Pan – islâmizm’in havarisi oldular.”[iv]

Dolayısıyla Namık Kemal’i bir Türkçülük simgesi olarak göstermek sonradan oluşturulmuş bir düşünce idi. Özellikle Cumhuriyet döneminde. Bunda Mustafa Kemal’in, Namık Kemal’e olan hayranlığı rol oynamış olabilir elbette. “Vatan, ulus vb…” gibi kavramlar ve romantik yanı Namık Kemal’in böyle gösterilmesine neden olmuştur belki de.

Kemal’in düşünceleri İttihad-ı İslâm, Osmanlılık, Şeriatçılık düşünceleridir, onun karmaşık düşünceleri bu temeller üzerinde yükselir. Bunların üzerine de vatan, hürriyet gibi kavramları ekler.

Din ve Devlet Ekseninde Osmanlı Aydını

Osmanlı aydının bir özelliği de, genel olarak Panislâmist düşünce içine savrulmasıydı. Her ne kadar Avrupa değerlerine saygı duysa da bir türlü dinden vazgeçip tam olarak özgürleşemiyordu.

Osmanlı aydınının ayağında iki pranga vardı: Birisi ondan bağımsız düşünemediği ve “kurtarmaya” çalıştığı devlet, ikincisi ise her ne kadar Avrupa değerlerine düşkün olsa ve hürriyetten söz etse de, ondan bir türlü kurtulamadığı din.

Panislâmizm daha çok II. Abdülhamit döneminde geliştirilmişti.

“II. Abdülhamit zamanında kurumları ıslah politikasının yanında Panislâmizm adı verilen, fakat çok zaman yanlış bir şekilde değerlendirilen bir politikanın geliştirildiğini görüyoruz. II. Abdülhamit, kendi devrinden önce şekillenmeye başlayan “İslâmcılık” hareketlerini hem iç ve hem de dış politikasında kullanmıştır. Bu politikanın başından beri bazı devletler tarafından desteklendiğini gösteren işaretler vardır.”[v]

Bunun nedenleri de stratejiktir. Abdülhamit, hiç kuşku yok ki iç siyasete yönelik olarak bu Panislâmcı politikalardan yararlanmıştır.

‘II. Abdülhamid’in Dış Politikası’ başlıklı makalesinde Selim Deringil ise, “II. Abdülhamit gibi gerçekçi bir devlet adamının gerçekte ve pratik olarak dünya Müslümanlarını birleştireceğine inandığını düşünmek güçtür. Sultan için “devlet” her zaman “din”den daha önemliydi.”  diyor.

Ama bu konuda şöyle düşünüyorum. Abdülhamit için her ne kadar devlet dinden daha önemli olsa da, dini devletin güçlenmesine yönelik bir araç olarak kullanmayı düşünecektir. İşte Panislâmizmin onun için işlevi de budur bence.

Şerif Mardin ise bu konuya biraz temkinli yaklaşarak şöyle diyor:

“Genel olarak Jön Türkler Abdülhamit’in bu girişimlerini gülünç saymışlar ve uzun zaman Osmanlılık politikasını tercih etmişlerdir. Jön Türklere zaman zaman atfedilen “panislâmizm” Osmanlılık politikasının yanı başında İslâma da önem vermeleri zorunluluğundan ileri gelmiştir.”[vi]

Sonuçta öyle ya da böyle Osmanlı aydını dinsel prangadan vazgeçememiş ve bu politikaya belki istemese de bir anlamda hizmet etmiştir.

Ben de şuna katılıyorum, Osmanlılarda ve daha sonra Cumhuriyet döneminde her şeyden önemli kavram devlettir. Din de devlete hizmet eder aslında bu anlayışa göre. Tarihsel olarak Türklerde bu böyle olmuştur. Bugün bile öyledir. Din, milliyetçilik ve diğer her şey devlete hizmet ettiği ölçüde kullanılır. Devletin çıkarlarına aykırı ise konjönktürel olarak ikinci plana bile itilebilir. Bakınız günümüzdeki AKP-MHP iktidarının politikalarına. Zaman zaman Panislâmist politikalara soyunur, dönem dönem Neo-Osmanlıcı yaklaşımlarda bulunur. Sonra Türk milliyetçiliğine döner, Kızılelmacı olur, katı milliyetçi politikalar izler. Bazen ümmetçi, bazen milliyetçidir. Ama bütün bunları “devletçiliğinden” yapmaktadır. Ekonomi anlamında neoliberal olsalar, özelleştirme yapsalar da mantalite anlamında devletçidirler. Bu, devletin her şeyden üstün olduğu düşüncesidir bir çeşit.

Bütün büyük  siyasal partilerin temel özelliği devletçi olmalarıdır, aralarında sadece yorum farkları vardır bu konuda. Bütün kanatlar toplumu değil, devleti öncelik alır ve ona hizmet etmek için yarışır. Politikalar konusunda zaman zaman küçük ayrılıklara düşerler. Ama şöyle bir bakalım siyasal iktidar Kapıkule’yi çıktığında hemen diğer siyasal partiler ve toplumun çoğunluğu da iktidarın arkasına geçer, destekler. “Muhalifler” bile. Çünkü devlet devreye girmiştir artık, herkes hükümetin arkasında hizaya girer “muhalifinden”, yandaşına kadar herkes.

Osmanlı-Türk aydını da işte bu derinlerindeki devletçi kılcal damarlar aracılığıyla yaklaşıyordu bu kavramlara. “Neoliberal” olanı da devleti düşünür, “İslâmcı” olanı da, “laikçi” olanı da. 2020 yılında hâlâ böyledir. Hatta bazı ulusalcı “komünistler” bile yeri gelir “devletin çıkarlarını” düşünür. (Tabi sahte bir antiemperyalizm retoriğiyle) Devletçilikten sıyrılamayan Türk aydını, geldiğimiz noktada birey olamamanın, bir türlü devletten bağımsız olamamanın ve cemaat ruhuna sahip olmanın bedelini ödemektedir.

“Her şeyin devlete bağlı olarak, devletin izniyle ya da devletin baskısıyla yapıldığı bir ülkede kişilerin kişisel yeteneklerini göstermesi mümkün değildi.”  diyordu Mardin.

Devlet egemenliği, devletin kutsanması yıl 2020’de hâlâ en üst düzeydedir. “Devletin çıkarları” denildiğinde akan sular durur.

Bu yazının birinci bölümünde değindiğim bir konuyu yeniden kısaca ele almak istiyorum. Prens Sabahattin ile Ziya Gökalp, ikisi de Avrupalı tarihçi, filozof ve sosyologlardan etkilenmişlerdir. Bu noktada Prens Sabahattin, bireyi toplumun önüne koyarak, bireyin oluşumuna imkân verilmesi gerektiğini tespit ederken, Gökalp ise ulusu bireyin önüne koyar. Sonuç olarak ikisi de direkt olarak Avrupa’dan kopye ederler yaklaşımlarını. Ziya Gökalp, Fransız sosyolog Durkheim’den, onun sosyolojisinden etkilenirken, daha liberal görüşlere sahip olan Prens Sabahattin ise, Fransız, Science Sociale (Toplum Bilim) okulunun kurucusu Le Play’den etkilenir.

Prens Sabahattin bu görüşleriyle daha pozitivist olan Ahmet Rıza’dan ayrılmıştır. Ama şöyle bir genel bakarsak, her iki kanadın amacının da “devleti kurtarmak” olduğunu görebiliriz. Aynen bugün olduğu gibi, bazıları bazı hükümetlere karşıdır, ama çoğu devlet söz konusu olduğunda birleşir. Devlete karşı olan hemen hemen yoktur, ya da çok azdır.

Türklerde tarihsel olarak devlet yapısı önemli ve güçlü olduğundan, hatta ona bir kutsallık bahsedildiğinden dolayı hemen hiçbir kesim kendisini devletçilikten kurtaramamıştır. Bugün de Türk aydınının en büyük sorunu budur. O en fazla hükümetlere muhalif olabilir, ama devlete karşı olmaz. Sağcısı, “sosyal demokratı“, hatta ulusalcı ‘solcusu’, liberali, Atatürkçüsü, İslâmcısı hepsi devlet konusunda birleşirler. Kimisi İslâm devleti ister, kimisi “hukuk devleti” ister, kimisi “milli devlet”ten söz eder, kimisi ise devleti ele geçirip “sosyalist” bir diktatörlük ilan etmeyi tasarlar. Yani devletçilik konusu, Türkiye’de hemen her kesimin birleştiği bir potadır. Devletin çıkarlarını toplumun önüne koyan, devlet kavramının sınırları dışında düşünemeyen bir “aydın” prototipi ve toplum. 200 yıldır işte bu nedenle Türk aydını devleti aşıp, devletçilikten kurtulup, bir türlü bireye, topluma gelemez, ona ulaşamaz. Devlet kavramından bağımsız olarak birey ve toplumu düşünen yoktur.

İşte Türk aydını ve Anadolu toplumlarının tarihsel paradoksu budur.

Ben bir yazar olarak şöyle diyorum naçizane: Ben sadece hükümetlere değil, devletin kendisine karşıyım. Devlet aygıtına değil sadece, devlet kavramına da karşıyım. Her türlü devlete karşıyım. Tamamen birey ve toplumun hak ve özgürlüklerinden yana olarak devlete karşıyım. “Proletarya diktatörlüğü” dahil, her türlü diktatörlüğe de karşıyım. İster “sosyalist”, ister kapitalist, ne olursa olsun her türlü devlete muhalifim ve her türlü devlete karşı birey ve toplum eksenliyim. Özgür bireyin olmadığı yerde, özgür toplum da olmayacaksa; devletin olduğu yerde de özgürlük ve eşitliğin olmayacağını düşünüyorum. Size radikal, ütopik gelebilir bu düşünceler ama ben böyle düşünüyorum. Kimseye de kendi düşüncelerimi zorla dayatmıyorum. Herkes istediği gibi düşünsün.

Osmanlı Aydınının Örgütlenmesi

“Batı aydını devletin dışında oluşmuştur; Osmanlı aydını ise devletin içinde, devlet tarafından oluşturulmuş ve sonuna kadar devletin içinde kalmıştır.”[vii] Mehmet Ali Kılıçbay.

Bu yazısında birçok düşüncesine katılmakla birlikte yukarıdakine katılmıyorum. “Batı” aydını devletin dışında oluşmuştur bu doğru; ama Osmanlı aydını, Cumhuriyet aydını gibi rejim tarafından oluşturulmamıştır. Kendiliğinden bir oluşum vardır. Devletin kendisine, merkezi otoriteye karşı değildir, ama onun kötü yönetilmesine karşıdır. Ve Avrupa türü bir reform istemektedir. Bu istediği reform belki köklü değildir, çünkü toplumsal yapı oradan çok farklıdır. Bir ölçüde Avrupa’yı taklit etmek istemektedir, yapabildiği ölçüde. Yani Osmanlı aydını devletçidir, devletin sınırları içindedir, devlet memuru mantalitesi taşır. Özgür düşünememektedir. Ama onu oluşturan devlet değildir. Dönemin koşulları içinde kendiliğinden oluşmuştur diye düşünüyorum. Çünkü devlet demek Padişah demekti, Padişah neden kendisine muhalefet eden bir kesimi oluştursun? Aksine bu oluşumu kırmak için, aydınlara devletin olanaklarını sunmak da dahil birçok yolu denemiştir. Bakınız II. Abdülhamid dönemi.

Osmanlı aydını, kendi kendine devleti kurtarma fonksiyonunu yüklenirken, Cumhuriyet aydını ise “devleti koruma” ekseninde hareket etmiştir, etmektedir.

Feroz Ahmad ise şöyle diyor:

“Bu nedenle bankacılık, ticaret ve sanayi gibi burjuva faaliyetlerini sürdüren Osmanlılardan söz edilebilse de, devlet üzerinde önemli bir siyasal etkisi olan bir burjuva sınıfından söz etmek mümkün değildir.” [viii]

Burjuvazi de daha sonra devlet eliyle oluşturuldu. Bu konu da çok detaylı bir konudur, belki ilerleyen yazılarımda buna da değinirim.

“Söz konusu olan, devletin düşünce hayatını bizzat oluşturmasıdır. Türkiye’de düşüncenin olduğu yerde devlet vardır veya devletin olmadığı yerde düşünce boşluktadır.” [ix]diyor yine İsmet Özel.

Bu düşünceye katılıyorum. İşte bunun için hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet aydını büyük ölçüde devletçi olmuş ve resmi ideolojinin dışında düşünememiştir. Osmanlı aydını kendiliğinden dönemin konjonktürü içinde oluşmasına karşın, devletten bağımsız olamamıştır. Devlet çağırdığı ve ona bir görev verdiği anda koşarak gitmişti bütün inanç ve düşüncelerini bir yana bırakarak. Çünkü devletin çizdiği kırmızı çizgilerin dışında düşünmemektedir o çoğunlukla. Bugün de hâlâ aynı kırmızı çizgiler aydınlar için geçerlidir.

Resmi ideolojinin dışına çıkmayı göze alan birkaç aydın ise hapsedilmiş, sürülmüş, hatta öldürülmüştür.

İttihat ve Terakki ise İtalyan Carbonari örgütü tipinde örgütlense de, özellikle 1790’ların Fransız Jakobenlerinden etkilenmiştir. Kemalizm de Jakobenlerden etkilenmeyi sürdürmüştür. Ama Fransa’dan farkı şudur: Fransa’da haklar mücadelesi aşağıdan yukarıya gerçekleşirken, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde bu Avrupa’da olduğu şekliyle olmamış, yukarıdan aşağıya bazı haklar tanınmıştır. Bu da bu “hakların” toplumsal anlamda içselleştirilememesi sonucunu getirmiştir.

‘İlk örgütlenmiş muhalefet kümesi 1889’da, bir Türk tarihçisinin belirttiği gibi, Fransız Devriminin yüzüncü yıldönümünde kuruldu Kurucuları, eski padişah sarayı ile yeni demiryolu garı arasındaki mesafenin orta yerinde, askeri tıbbiyenin bahçesinde, Mayıs ayında toplanan dört tıbbiyeli idi. Kurucular, Ohri’li bir Arnavut İbrahim Temo, Kafkasyalı bir Çerkes Mehmet Reşit, Arapkirli ve Diyarbakırlı iki Kürt olan Abdullah Cevdet ve İshak Sükûti idiler. Kendinden önceki 1865’in Genç Osmanlıları gibi, bu yeni gizli örgüt üyeleri de İtalyan Carbonari örgütünü örnek almış görünüyor; numaralı hücreler halinde örgütlenmişler, her hücre içinde de her üye bir numara almıştı. Birinci hücrenin birinci üyesi Temo idi. 1889’da Bursa Milli Eğitim Müdürü Ahmet Rıza Bey Paris’teki sergiyi görmek iznini elde etti. Oraya varınca sürgünler grubuna hakim katıldı ve çok geçmeden onlar arasında bir sima oldu.’ [x]

Ahmet Rıza Bey

Daha önce bir kitabımda da değinmiştim. Zamanın Ahmet Rıza’nın “Meşveret”inden daha etkili olan bir dergi vardı muhaliflerin çıkardığı. O da “Mizan” dergisiydi. Bu derginin başyazarı Mizancı Murat idi. Kendisi Dağıstan kökenli bir aileden gelmekteydi. Mizancı Murat o dönem Jön Türklerin önde gelen liderlerinden biriydi. Ama Abdülhamit, politikasını değiştirmiş; aracılar vasıtasıyla Jön Türklere payeler vererek satın alamaya çalışıyordu. Bu girişimler de sonuç veriyordu. Mizancı Murat, Padişah’ın çağrısı üzerine İstanbul’a döndü. Ve bir anda muhalifliği bırakarak ‘Devlet Şûrası’ üyesi oldu. Belki Abdülhamit bile şaşırmıştı kendine, bu yöntemi neden daha önce denemedi diye.

Mizancı Murat Bey.

Yine tarih kitaplarında yazıldığına göre birçok Jön Türk, Sultan’ın çağrısı ve verdiği payelere kanarak soluğu İstanbul’da aldı. Bunlardan bazıları Viyana Elçiliği tabipliğine atanan Abdullah Cevdet, Roma Elçiliği tabipliğine atanan İshak Sükuti, Madrid Elçiliği Katipliğine atanan Tunalı Hilmi idiler. Abdülhamit’in Jön Türk liderlerini onlara memuriyet vererek satın alma politikası başarılı oluyordu. Çünkü Osmanlı aydınının en önemli özelliği daha önce birçok yazımda belirttiğim gibi memur oluşu ya da memur mantalitesine sahip olmasıdır. Devleti kurtarmaya soyunmuştur o, devleti kurtarma macerası devlet memurluğuyla sona erer çoğunlukla. Devlete göbeğinden bağlıdır o. Bu aynı şekilde İttihat ve Terakki aydınları, Kemalist, İslâmcı ‘aydınlar’da devam eden bir gelenektir.

Bu konuda kısa bir anekdot olarak “Krallar ve Soytarılar” başlıklı kitabımda şöyle yazmıştım:

“Abdülhamit uzun süre Jön Türkleri devre dışı bırakmaya ve dağıtmaya çalışır. Başarılı olamaz. Ancak sonunda sihirli formülü bulmuştur: Onları soytarılaştıracaktır. Ve Jön Türk önderlerinden Mizancı Murat’a bir memuriyet vererek onu ayağına getirtir. Mizancı Murat, eteklerinin altında önüne attığı kemiği sevgiyle yalarken, Abdülhamit bu sihirli formülü nasıl olup da daha önce akıl edemediğinin şaşkınlığı içinde derin düşüncelere dalmıştır.” [xi]

Yıl 2020, hâlâ dinsel tarikatların, cemaatlerin egemen olduğu bir toplumdur bu. İşte bunun tarihsel kökenleri de bu gerçeklerden kaynaklanıyor bence. Osmanlı-Türk aydınının halkla bağlantısı yoktu, ya da zayıftı. Ama Fransız aydınları direkt olarak halkla bağlantılı olarak ortaya çıktılar. Devletten bağımsızdılar, halktan, ilerici sınıflardan güç alıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, birçok yerde taşrada örgütlendi. Ama bu örgütlenmeye baktığımızda taşrada bile yüksek memurlar ve eşraf ile sınırlı kaldığı görülür Türkçü-laikçi (kendine özgü laikçilik) Kemalizm de aynı şekilde, yine Anadolu’da zayıf kaldı. Bugün Anadolu, yine dinci tarikatların, partilerin, oluşumların egemenliği altındadır. Örneğin Kemal Tahir’in romanlarında bu zayıflık ve çelişki çok açık bir biçimde dile getirilir.

Aydınlar açısından ise Osmanlı-Türk aydınının devletçi oluşu ve “devleti kurtarmaya” soyunması, Fransa’daki aydın hareketinin ise devletten bağımsız oluşu da bir farklılıktır. Türk aydını 2020’de bile hâlâ birey hak ve özgürlükleri çerçevesine gelememiş ve hâlâ devletçidir sağdan ‘sol’a kadar. (Neoliberali bile devletçidir bu anlamda)

Sürecek

Erol Anar


[i] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (2. Cilt içinde), İletişim Yayınları, sayfa 319.

[ii] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (1. Cilt içinde), İletişim Yayınları, sayfa 63.

[iii] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (1. Cilt içinde), İletişim Yayınları, sayfa 32.

[iv] Dr. Mehmed Kaplan: Namık Kemal, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1948, sayfa 17-18, 80.

[v] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 2. Cilt 19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti, Şerif Mardin, İletişim Yayınları, sayfa 342-351.

[vi] Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), Iletişim Yayınları, 15. Baski, 2008, İstanbul, sayfa 76.

[vii] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (1. Cilt içinde, Mehmet Ali Kılıçbay’ın yazısından), İletişim Yayınları, sayfa 63.

[viii] Feroz Ahmad: İttihatçılıktan Kemalizme, sayfa 26.

[ix] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (1. Cilt içinde, İsmet Özel’in yazısından), İletişim Yayınları, sayfa 63.

[x] Bernard Lewis: Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993, sayfa 194-195.

[xi] Erol Anar: Krallar ve Soytarılar, Yurt Yayınevi, 1997, Ankara, sayfa 94-95.

Yazının birinci bölümü:

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!