“Muhalefetten” Devlet Memurluğuna Osmanlı-Türk Aydını (1)

“Muhalefetten” Devlet Memurluğuna Osmanlı-Türk Aydını (1)

Yani ilk hedef, halkı değil devleti kurtarma onlar açısından. Böylelikle halkın da otomatik olarak kurtulmuş olacağını varsayıyorlardı.

Ancak Osmanlı toplumunda daha bir burjuvazi bile Avrupaî anlamda oluşmamıştı. Bunun nüveleri son derece azdı. Ayrıca entelijensiya devletten bağımsız değildi, hatta devlete bağımlı memur bir konumda idi. Halkın değil, devletin çıkarlarını öne koyuyordu.

Tarihi, özellikle de belirli bir dönemi içeren bir tarihi kesiti okumak, araştırmak ve o döneme ilişkin gerçekler üzerinde düşünmek, insanın her zaman şaşırtan bilgilere ulaşmasına neden oluyor. Bu bilgilerin çoğuna okul kitaplarında rastlanmaz, resmi tarihte onlara değinilmez. Belki konu üzerinde uzman olanlara yabancı değildir bu bilgiler, ama onlar da kendi ideolojik görüşlerine göre ya görür, ya da görmezlikten gelirler bu bilgileri. Üzeri örtülmüştür bu gayriresmî tarihi bilgilerin.

Ama ben kendi aklımla karar vermek isterim: Okuyup, araştırıp, sorgulayıp, kendi aklımla ulaşmak isterim gerçeklere. Kendi yorumumla.

Bu noktada burada değindiğim, bazen yorumsuz olarak alıntıladığım bilgilerin çoğuna genellikle okul kaynaklarında, resmi tarihte rastlanmaz. İşte benim bir döneme ilişkin araştırmam, makale çalışmamın nedeni sadece bu: Gerçekleri, yalnızca gerçekleri hiç çarpıtmadan ortaya koymaya çalışmak kendi açımdan. Bunu yaparken de hiç kimseyi ve hiçbir şeyi korumadan, nesnel olarak yapabilmek elimden geldiğince, hiçbir ideolojik çarpıtma yapmadan. Hani o filmlerde olan bilinen replikle: “Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğime…”

Tabii ki bu gerçek, size gerçek olarak da gelmeyebilir. Onu da anlayabilirim. Herkes istediğine özgürce inansın. Ama en azından gayriresmî tarihe de şöyle bir göz atsın isterim, düşünsün isterim, inanmadan önce inandıklarına.

Devleti kurtarmak misyonu

Osmanlı aydını “devleti kurtarmak” iddiasıyla yola çıkan, ama çoğunlukla kendini -kendi çıkarlarını- kurtaran bir kişidir. Keskin muhalif olarak kendini Avrupa’da bulmuş, sonra bir anda devlet görevlisi, memuru olmuş ve “muhalefetten” vazgeçmiştir. Çoktur böyle örnekler. İlk aklıma gelenler Mizancı Murat. Bir süre sonra muhalefet etmekten yorulur ve iktidarla uzlaşırlar.

Günümüzdeki Türk aydını prototipi de çoğunlukla böyledir. Yorulur, uzun soluklu götüremez mücadeleyi. Bir süre sonra Stockholm sendromu’na tutulur, muhalefet ettiğine aşık olur. Ali Suavi’den Abdullah Cevdet’e, Mizancı Murat’a, Namık Kemal’e vs… hepsi sonunda devlet memurluğunu kabul etmişlerdir. Jön Türklerin çoğu “muhalefet ettikleri” iktidarda bir paye, görev kaparak muhalefetten vazgeçmiş ve “karşı oldukları” sisteme, Padişah’a hizmet etmişlerdir. Aslında sisteme de değil, kişilere karşıdırlar. Önce dünyayı kurtarmaya yola çıkarlar, sonra ise “Dünyayı sen mi kurtaracaksın aman boş ver sen kendini kurtar” felsefesine teslim olurlar.

Jön Türkleri anlamadan ne İttihat ve Terakki, ne de Kemalizm anlaşılabilir. Bunların tümünün  ruhunda Jön Türklerin izleri vardır. 

Jön Türkler daha sonra bölünürler. İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasal iktidara hakim olur bir süre. Prens Sabahattin’in önderlik ettiği diğer kanat ise bu dönemde de baskı görür.

Ali Suavi

Ali Suavi konusu birçok kitapta geçiyor. Ali Suavi, İttihat ve Terakki’nin hem Türkçülüğü, hem de İslâmcılığı bir şekilde birleştiren politikasını da etkiliyor sonraları. Sarayı bastığında, Beşiktaş Karakol Komutanı Yedi Sekiz Paşa tarafından sopa ile vurularak öldürülüyor. Yedi Sekiz Paşa’nın hayatı boyunca bu olayla övündüğünü belirtiyor bazı kitaplar. O da birçok Jön Türk gibi “muhalefet” ettiği devlette memur oluyor, Yıldız Sarayı Kütüphanesi Müdürlüğü de yapıyor. Galatasaray Sultanisi müdürlüğü de yapıyor bu dönemde.  Yani önce muhalefet ediyor, sonra devlete tekrar hizmet ediyor, memur oluyor. Daha sonra işine son verilince, bu kez tekrar muhalif oluyor Padişah’a bu kez. Yani kişisel çıkarlarını, inandığı değerlerinin önüne koyuyor çoğu Jön Türk gibi. Muhalefeti kişisel çıkarı ve içinde bulunduğu durum ile yakından ilişkili. Dikkat edilmesi gereken ayrıntı burada yatıyor.

“Ali Suavi (d. 8 Aralık 1839 İstanbul – ö. 20 Mayıs 1878 İstanbul) Osmanlı düşünürü ve yazarıdır. Türkçülük fikrinin ilk eylemcisi olarak kabul edilir. Osmanlı Devleti’nin siyasi ve sosyal sıkıntılarına çözüm bulmak için kafa yormuş, İslâm’ı referans olarak almış ve Türkçü, Turancı görüşler öne sürmüş bir kişiydi.” [i]

Özgür Birey Yoksa, Özgür Toplum da Olmaz

“Batı aydını ile Osmanlı aydını arasındaki çok temel farklardan biri de hakların kavranışına ilişkindir. Çok tekrarladığımız bir nokta olarak, Batı entelektüeli bir birey olarak ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de temel mücadelesi bireysel haklar yönünde olmuştur. Oysa, Osmanlı aydını hiçbir zaman bireysel hakların hak olduğunu aklına getirmemiş ve -Batı aydınının tarih- öncesinde olduğu gibi- imtiyazlar peşinde koşmuştur.” [ii] diyor Mehmet Ali Kılıçbay.

Katılıyorum buna, hatta 2020 yılında dahi Türkiye gerek aydın gerekse kişi anlamında bireyleşme tamamlanmamış ve hâlâ aydın “devleti kurtarmaya” çalışırken, bu devletçi yönünde vazgeçmemiştir büyük ölçüde. Birkaç aydın hariç, aydınların çoğu resmi ideolojinin etkisi altındadır. Bireye gelince, bireyleşme hiçbir zaman Avrupa’da olduğu gibi olmamıştır. Bu noktada bu yüzden hâlâ ülkede cemaatler, tarikatlar etkilidir. Hatta sol kesim bile bu cemaatçiliğin kendince yorumunu yapmış ve bireyleşmeye izin vermemiştir. Sosyal demokratından Milliyetçisine, sağından soluna, Türkünden Kürdüne muhalif örgütlenmeler de dahil olmak üzere bireyin gelişimin önü kesilmiştir. Lider ve parti, ya da rejimin önderleri kutsanmış ve bu çerçevede bireysel gelişimin önü tıkanmıştır.

Birey özgürlüğü ve bireyleşme konusunda Jön Türklerden Prens Sabahattin ilgi gösterdi. 1899’da Avrupa’ya kaçtıktan sonra Jön Türk hareketi içinde yer alan Prens Sabahattin daha sonra Ahmet Rıza grubuyla görüş ayrılığına düşerek Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu.

“Eğer Sabahattin beyin gösterdiği yoldan gidilseydi, İmparatorluk yaşamamış olsa bile, bu sahneden çekiliş, ardında kinler ve nefretler bırakmayacak, kanlı dekorlar yerine akıl ve mantığa tevdi edilmiş hadiseleri önceden görebilmenin minnetini, kaderlerini eline almış ırkların ve milletlerin şuuruna emanet edecekti.”[iii] diyor Cemal Kutay.

Kutay’ın bu yorumuna katılıyorum. Elbette yaşanmadan tam olarak nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz böylesi bir tarihi kesitin. Ama Kutay’ın dediği gibi kanlı dekorların belki çok daha az olacağı bir kesit olacağı aşikardır bence de. En azından İttihatçıların yaptığı büyük çaplı katliamlar yaşanmayabilirdi.

Ama o da Avrupalı sosyologlardan aldığı formülleri Osmanlı toplumuna uyarlamaya çalışıyordu. Ama toplumsal gelişmeler çok farklıydı bu toplumlar arasında Osmanlı ile. Biraz tepeden inme kalıyor ve tam oturmuyordu Osmanlı toplumuna bu sosyolojik yaklaşımlar.

Prens Sabahattin Bey

Sabahattin bey, bireye önem veriyordu. Osmanlı’da ise cemaat toplumu egemendi. O, bireyin gelişmesini toplumun gelişmesi için gerekli görüyordu. Bu anlamda Osmanlı’daki gelişmelerin de daha radikal olabileceği beklenebilirdi. Ama Prens Sabahattin’in bu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi tutumu tek başına çözüm olmayacaktı. Çünkü bunun eşitlik ilkesi yoktu. Bu ilkeler ancak toplumsal anlamda bir eşitlik olduğunda anlam kazanabilirdi. Ancak yine Osmanlı’dan günümüze belki kişisel hak ve hürriyetlerin gelişmesinde etkili olabilirdi eğer bu anlayış iktidarda olsaydı. Ancak İttihat ve Terakki ise bu anlayışın tersiydi. Orada birey hiçbir şekilde yoktu.

Bu bireyleşme konusu önemlidir. Çünkü Türkiye’deki sorunların birçoğunun altında bu sorun yatmaktadır. Örnegin siyasal partilerdeki lider egemenliği, bireyin etkisiz oluşundan ve inisiyatif alma yollarının tıkanmış olmasındandır. Yine tarikatların, cemaatlerin egemenliğinin de nedenlerinden birisi de bu bireyin gelişimini tamamlayamamış ve güdük kalmış olmasından dolayıdır. Hatta illegal sol partilerde bu böyledir. Birçok illegal sol parti bir düşünce ayrılığından dolayı ikiye üçe bölünmüştür. Aynen bir tarikat gibi örgütlenmiş muhalif yapılarda da lidere itaatsizlik edilemez. Bireysel özgürlüğü ve özerkliğe gelince böyle bir şey söz konusu bile edilemez. Birey olmak isteyen, hemen suçlanır ve etkisiz hale getirilir. Böyle bir ülkenin aydını da böyle olacaktır doğal haliyle. Sağdan sola, bütün siyasal alanlara kadar birey yoktur, bireyin önü kesilmiştir ve birey yalnızca itaat etmesi istenen bir vidadır, o bir birey bile değildir.

Ruhu Memur Aydınlar

Bu içselleşmiş bir davranıştır Osmanlı aydınında. Ruhu memur olduğundan ve devlete değil, devletin kötü yönetilmesine karşı olduğundan ona herhangi bir devlet görevi verildiğinde genellikle hiç düşünmeden kabul eder. Cumhuriyet aydını rejim tarafından oluşturulmuştur, o da memur zihniyetli ve devlet “aydını” etiketlidir.

“Her şey yarım yamalak Fransızca’yla, gizlice ele ne geçirilebildiyse okunan Fransız gazetelerinin, Zola’ların, Anales’lerin, llisturasyonlar’ın penceresinden dünyaya bakmış insanların, kendi içlerinde yaratabildikleri ufukların boyutlarına göre oluşuyordu. 3. Ordu ‘zabitleri’, bütün İttihat ve Terakki kuşağı adına, Fransız ihtilali’ne saygı duruşundaydılar. Henüz 1789’daydılar. Avrupa’yı baştan başa sarmış olan 1848 ihtilalleri sanki yapılmamıştı… Geleceği planlamadan, Fransa’dan ödünç alınan, onun bile unuttuğu çağdaşlığını yitirmiş bir ideoloji ile kurulu düzeni yıkmak…’’ [iv] böyle diyor Tunaya.

Aslında düzeni yıkmak isteyen kimdi diye de sorulabilir. Padişah değiştirmekten ve sınırlı reformların ötesinde bir istemi olmadı Osmanlı aydınının. Bence ise, Osmanlı aydını 1848’i göremezdi, istese de. Çünkü Fransa ve Osmanlı’da yaşanan toplumsal ve siyasal koşullar çok farklıydı. Fransa’da haklar ve özgürlükler mücadelesi hem aşağıdan yukarıya bir gelişim izliyor, hem de birey özgürlüklerini temel alan ve Aydınlanma düşüncesiyle Voltaire, Diderot’lar ile kendini ifade eden bir paralellik içeriyordu. Bu noktada önce bireysel hak ve özgürlükleri dile getiren, kazanmaya çalışan mücadele, daha sonra özellikle Fransa’da 1830’larda tamamen toplumsal şekillere bürünüyor, 1848’lerde doruğa çıkıyordu. Toplumsal haklar mücadelesi, burada 1871’de ise Paris Komünü şeklinde cisimleşiyordu. Türkiye 2020 yılında hâlâ Fransa’nın 1789’undadır, orayı aşamamıştır. Kişisel haklar sorununu yaşamaktadır. Kişisel ve siyasal haklar tanınmamakta, sınırlı olarak tanınsa bile yaşanamamaktadır.

İsmet Özel de “birey” konusunda şunu söylüyor:

“Devlet hizmetini bir bütün, kendilerini devletle özdeş sayan bu aydın tipi kendi muhalefetini de devlet içinde ve devlet için türetmesini bilecektir. Genç Osmanlılar ve sonradan Jeune Turc diye bildiğimiz aydın tipi işte devletin türettiği bir başka ‘fonksiyonel’ aydın tipidir. Onlar da kendilerini devletle özdeş saymalarından ötürü karşı çıkma hakkının kendilerinde olduğuna inanan bir ruh halini sürekli muhafaza etmişlerdir. Batı düşüncesine, Batılı hayat tarzına özgü ‘birey’in olmadığı, oluşmadığı bir toplumda başka gelişmeler beklemek yersizdi diyebiliriz.”[v]

Aslında bunda resmi ideolojinin etkisi büyüktür. “Aydın” toplumun bir üyesi olarak çocukluktan itibaren resmi ideoloji tarafından şekilleniyor ve daha sonra da ondan kopamıyor. Devleti değil, toplumu savunması, toplumun çıkarlarını koruması gerektiğini bir türlü algılayamıyor. Bu noktada hep “devlet yönteminin” kötü ellerde olduğunu, devleti kurtarmak ve böylece ülkeyi düze çıkarmak gerektiğini düşünüyor. Bütün kötülüklerin, yanlışların nedeni de dış güçlere bağlıyor. Hâlâ böyledir Türk aydınında. Ama 200 yıldır da bunu başaramıyor. Çünkü bu “aydının” kıblesi devlet olduğu için yanlış yerdedir o. O toplumun çıkarlarını savunmak durumunda olduğunu, bunu yapması gerektiğini idrak edebilse o noktadan itibaren özgürleşmeye ve özgür düşünmeye başlayacaktır. Ama işte 200 yıllık bir göbek bağını çıkarıp atmak kolay değil. Herkes yapamıyor.

Elit ve Halktan Kopuk Aydın Prototipi

Osmanlı aydını elitti, halktan kopuktu. Daha çok aristokrat ya da memur kökenliydi. Cumhuriyet aydını da elit oldu bu anlamda, halka yabancılaştı. İslâmcı aydın prototipi bile elittir Osmanlı’dan bu yana. O da, retoriği farklı olsa da “Batıcıdır.”

Pozitivist Ahmet Rıza, bu elitizmi şöyle ifade eder:

“Varolabilmek için elit’in istila edici ve fethedici olması elzemdir.”[vi]

Halka pek kıymet vermez bu çerçevede. Elittir onun için önemli olan.

Burada Osmanlı ve Cumhuriyet aydınına biçilen bir misyon vardır: Halkı aydınlatmak ve onu onu “çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak.” Cumhuriyet aydınına bu rolü rejim biçerken, Osmanlı aydını ise halkla değil, devletle meşguldü ve o bu rolü kendi kendine üstlenmiştir.

İşte bu aydın misyonu günümüze kadar sürer. Ama Osmanlı ve Cumhuriyet aydını “halkı aydınlatmak” yolunda devletten ve resmi ideolojiden koparak bağımsız bir duruş sergilemez. Tam tersine resmi ideoloji ve devlet ile bütünleşerek halkı istenilen yöne götürmeye çalışır.

Abdullah Cevdet

Abdullah Cevdet, aydına biçilen rolü şöyle açıklıyor bir şiirinde:

“Sizi aydınlatmaya çalıştım gece gündüz

Aydan güneşe gittim, güneşten aya geldim

Peygamberler vaat ederler cennet öbür dünyada

Ben size bu dünyayı cennet yapmaya geldim.”[vii]

Görüldüğü gibi bir Jön Türk olan Cevdet, kendisine “halkı aydınlatma” misyonunu biçiyor elitist bir yaklaşımla. Jön Türklerin karakteristik özelliğidir bu: Halkı aydınlatma ve onu devleti kurtararak kurtarma.”

Yani ilk hedef, halkı değil devleti kurtarma onlar açısından. Böylelikle halkın da otomatik olarak kurtulmuş olacağını varsayıyorlardı.

Bireyin Gelişmediği Cemaat Toplumu

“Kitleler eksiksiz biçimde, açık seçik, entelektüellerden çok daha iyi bilmektedir; ve bunu güçlü bir biçimde ifade etmektedir…. Entelektüelin rolü, herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için ‘biraz öne veya biraz yana’ çıkmak değildir; entelektüelin rolü, daha çok iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir ‘Bilginin’, ‘hakikatin’, ‘bilincin’, ‘söylemin’ oluşturduğu düzende.”[viii] diyor Foucault.

Foucault’ya katılıyorum elbette. Ama buradaki tez daha çok Avrupa toplumu için geçerlidir. Foucault’nun dediği anlamda entelektüelin hakikati söylemesi ve iktidar biçimlerine karşı konumlanması için, resmi ideolojiden kopuş gerçekleştirmesi gerekir. Oysa bu coğrafyada entelijensiya resmi ideolojiden hâlâ bir kopuş geçekleştirmiş değildir. Çünkü Avrupa’da özellikle Fransa’da kitlelerin mücadelesi ile entelijansiyanın gelişimi iç içe ve birbirini etkileyen bir konumda olmuştur. Ve oradaki entelijansiya  (intelligentia) devletten ve resmi ideolojiden bağımsızlaşarak, (burjuvazinin ileri döneminde) yeni bir retorikle ortaya çıkmıştır. Hâlâ halk, hem de aydın devletçidir bu coğrafyada. (Neo-liberal olsa da devletçidir, olmasa da) Hatta sosyalisti bile devletçi, resmi ideoloji yanlısıdır. (En azından ulusalcı olan bölümü)

Fransız entelijensiyasının amacı devleti kurtarmak değildir, hatta ancien régime’i yıkmaktır.

Osmanlı’ya baktığımızda durum çok farklıdır. Sivilleşme ve birey oluşumu çok geridir. Bir cemaat toplumudur. Kapitalizm geridir, burjuvazi yok denecek kadardır. Proletarya oluşumu da Avrupa’dan çok cılız ve geridir. Kapitalizm çarpık olarak gelişmiştir ülkede. Aydınlarda bile bu özellikler vardır. Jön Türkler, İttihat ve Terakki bile cemaat biçimindedir daha çok. Yani Osmanlı aydını daha birey hak ve özgürlüklerinin mücadelesini bile tamamlayamamış, 1789’da bunun için kalmıştır. İstese de tam olarak 1848’i göremez, onu algılayamazdı. Çünkü toplumsal ve bireysel gelişim düzeyleri çok farklı bir seyir izliyordu.

Ancak Osmanlı toplumunda daha bir burjuvazi bile Avrupaî anlamda oluşmamıştı. Bunun nüveleri son derece azdı. Ayrıca entelijansiya devletten bağımsız değildi, hatta devlete bağımlı memur bir konumda idi. Halkın değil, devletin çıkarlarını öne koyuyordu. Osmanlı ve Cumhuriyet aydının temel yanılgısı bence, devleti kurtararak, böylelikle halkı da kurtaracağını düşünmesidir. İlk sıraya “devleti kurtarmak” misyonunu koyar o bu nedenle. Oysa Fransız ve Avrupa entelijensiyasının amacı devleti kurtarmak değildir, hatta ancien régime’i yıkmaktır. Yani Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde aydın, devletten ve resmi ideolojiden bir kopuş gerçekleştiremedi, hâlâ da gerçekleştirememiştir. (Birkaç aydın dışında)

Osmanlı devleti nasıl “memur aydın”ını yaratmış ise, Cumhuriyet rejimi de kendi aydın prototipini oluşturdu. Hatta bunu emir komuta zinciriyle yapmaya çalıştı. (Kadro hareketinin kuruluşu ve dağıtılışı sürecini hatırlayalım). Cumhuriyet aydını da genel olarak özellikle 1930’lu yıllarda devlet memuru idi. Üst düzey görevlerde bulunuyordu. Örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yıllarca büyükelçilik görevinde bulunması gibi.

Bu anlamda İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi “aydınları” arasında bir geçiş köprüsü oldu.

Cumhuriyet aydını da Osmanlı aydınının misyonunu devraldı bu anlamda:

“Bu hedefin gerçekleştirilmesinin ise üç koşulu vardır: Türk ulusunun özelliklerine uygun bir ilerleme siyasetinin ortaya konulması, yönetimde aydınların öncü rolünün kabul edilmesi ve aydınların halka yönelmesinin ve halkla bütünleşmesinin bir gereklilik olarak tanınması.”[ix]

İşte Cumhuriyet aydınının misyonu ve işlevi de bu oldu. Aydınların “öncü” misyonu onların rejim için bir araç olarak görülmesini de sağladı. Aydın sınıfı devlete bağlandı, çıkarları ortaklaştı ve fark etmeden halkı değil, resmi ideoloji ve devleti savunmaya başladı. Hâlâ da öyledir, Türk aydını 2020’de bile halkın varlığını “devletin bekasına” bağlar. Bunda tarihsel olarak daha önce yazdığım gibi Türklerde devlet geleneğinin çok köklü oluşudur. Nedenlerden birisi. Devlet olmadan halk olur mu, böyle diyenler var. Evet olur, halkların tarihi binlerce yıla uzanır, modern devletlerin tarihi ise çok kısadır henüz.  Burada “aydının halkla bütünleşmesi” aslında onun halkı “kurtarması, aydınlatması” olarak ifade ediliyor. Yani aydın fildişi kulesinden inecek ve halkı kurtaracaktır. Ama aydın bir elittir, halka yabancıdır, o rejimin özel olarak besleyip yetirdiği bir kişidir. Cumhuriyet rejimi bunun için “halkçılık” ilkesini ortaya atmıştı. Çünkü bu kesim halktan ayrı ve elit idi. Memur ruhludur. Cumhuriyet aydını da bu memur ruhlu aydın olma özelliğinden sıyrılamamıştır.

Aslında “liberal aydın” tipi de bir anlamda devletçidir. Yani aslında bunlar kelimenin esas itibarıyla liberal de değillerdir. O tanzimat “Batıtılaşma” yanlısı aydın gibidir, Avrupa’nın “hukuk devleti”ni ister. Örneğin Hasan Cemal, Mehmet Altan vs gibi “liberal!” aydınlar bu kavramı sık sık kullanırlar. Acaba bunlar gerçek anlamda liberal midirler? Ondan şüpheliyim.  Kemalist ve İslâmcı aydın tipinden farkı budur. Yine kafa Avrupa merkezcidir ve onun dışında düşünememektedir. Hak ve özgürlüklerde sınır olmaz gerçekte ise. Aydın devletin tamamen dışında konumlanmadığı sürece, sistemin içinde kaldığı sürece, eleştirdiği yapıdan çok da farklı bir durumda olmayacaktır. Tamamen devlet kavramının dışında yalnızca toplumun hak ve özgürlüklerini düşünen aydın değildir liberal aydın da.  O sadece Avrupa ülkeleri gibi bir demokrasi ister, onun ötesinde düşünemez. Devlet kavramının dışında düşünemez.

(Sürecek)

Erol Anar

Dipnotlar


[i] Kaynak: Vikipedi.

[ii] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi 1. Cilt içinde, Osmanlı Aydını başlıklı  Mehmet Ali Kılıçbay’ın yazısından, sayfa 58.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/tanzimattan-cumhuriyete-turkiye-ansiklopedisi-1-cilt/

[iii] Cemal Kutay: Prens Sabahattin Bey, Sultan II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki, sayfa 5.

[iv] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C.3, Hürriyet Vakfi Yayınları, İstanbul, 1989, s. 22-23.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyede-siyasal-partiler-cilt-3/

[v] Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi 1. Cilt içinde, Osmanlı Aydını başlıklı  Mehmet Ali Kılıçbay’ın yazısından, sayfa 62

[vi] Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, sayfa 217.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/jon-turklerin-siyasi-fikirleri-18951908/

[vii] Şerif Mardin, age, sayfa 225.

[viii] Michel Foucault: Entelektüelin Siyasi İşlevi, sayfa 26-27.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/entelektuelin-siyasi-islevi–secme-yazilar-1/

[ix] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm, sayfa 77.

https://www.idefix.com/Kitap/Modern-Turkiyede-Siyasi-Dusunce-Cilt-2-Kemalizm/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!