Sokrates’in Bastonu (III)

Sokrates’in Bastonu (III)

Küreselleşme ile kimlik ve aidiyet sorunu da farklı boyutlarda algılanmaya başladı.

“Bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak, iletişim, enformasyon ve bilişim alanında gerçekleşen hızlı değişim uluslar arasındaki sınırların önemini ortadan kaldırdı. Bu süreç dünyayı giderek küçültürken “küreselleşme” kavramını da tartışmaların odak noktasına yerleştirdi. Bugün küreselleşme olgusu hem taraftarları hem de karşıtlarının kendilerini destekleyen önermeleri ile tartışılmaya devam etmektedir. Küreselleşmenin politik boyutunu insan hakları ve liberal demokrasi oluştururken, ekonomik boyutu çok uluslu sermaye ve serbest piyasa ekonomisinin egemenliğindedir. Kültürel boyutunda ise farklı kültürel kimliklerin bir arada yaşamasını öngörür.”[1]

Sınırların önemi ortadan kalkıyor deniliyor. Ama yine de, ben buna en azından bugün için pek ihtimal vermiyorum. Avrupa Birliği (AB) içinde, her geçen gün ekonomik problemlerin yanısıra kültürel çatışma ve problemler de büyüyor. Ayrıca AB, kendi içinde yeniden sınırların korunması ve denetlenmesini tartışıyor. Son olarak İngiltere’de AB karşıtı parti yüzde 14 oy aldı. Kapitalizmin var olan krizinin daha da büyümesi ile, AB’nin daǧılması sürpriz olmaz.

Son Londra olaylarında, 12-18 yaştaki yoksul yağmacıların ilk hedefinin son model marka cep telefonları, LCD televizyonlar ve lüks tüketim markaları olması da şaşırtıcı değildir. Bu küreselleşmenin ve tüketim kapitalizminin bir sonucudur. Toplumun en dibindeki bu yoksul gençler, onlara öğretildiği gibi kendilerini marka yoluyla ifade etmek istemektedirler. Cep telefonu, LCD televizyon ve diğer marka eşyalar ne kadar pahalı olurlarsa, kendilerini de o kadar deǧerli hissedecekler. Bu gençler topluma, sisteme ve herşeye karşı derin bir nefret ve öfke ile dolular. Kimler bunlar? Toplumun en dibinde yaşayan, hem derilerinin rengi, hem de yoksullukları nedeniyle ırkçı ve ayrımcı politikalara üǧrayan Afrika kökenli göçmenler. En küçük bir kıvılcım, onları ateşlemeye yetecektir. Ve gelecekte belki çok daha ciddi toplumsal patlamalar yaşanacaktır.

Diasporadaki Çerkesler konusuna kısa bir bakış

Gelelim diasporada yaşayan Çerkeslerin durumuna. Aslında bu uzun bir yazı ve kapsamlı bir araştırmanın konusu olabilir. Bu konuya da kısaca değinmek istiyorum. En kalabalık Çerkes nüfusuna sahip olan Türkiye’de Çerkesler hızla asimile olmaktadır, ya da başka bir deyişle zaten çoktan ölmüştür. Özellikle asimilasyonun en yıkıcı etkisi dil üzerinde görülmektedir. Çerkes dilini konuşanların sayısı giderek azalmaktadır. Bu Çeçenler, Abhazlar ve Karaçaylılar için de geçerlidir. Bu konuda yapılması gereken en önemli şey, Çerkes dilinin yeni kuşaklar tarafından öğrenilmesidir. Bu anlamda “anadilde eǧitim hakkı” doǧrü ve yerinde bir taleptir.

Kısaca İsrail’deki Çerkesler açısından durum şöyledir:

“Chen Bram’a göre, buradaki Çerkesler bir yandan sahip oldukları yurttaşlık statüsü içinde kimliklerini ve dillerini korurken, diğer yandan kendilerini çevreleyen Müslüman-Arap ile Yahudi-İsrail kültürüne entegre olmanın da örneğini oluşturuyorlar.”[2]

Hem Yahudi-İsrail, hem de Müslüman-Arap kimlikleri son derece keskin kimliklerdir. Bu kimliklerin kuşatması altında kendini korumak göründüğü kadar kolay deǧildir.

Yine kalabalık bir Çerkes topluluǧunu barındıran Ürdün için şöyle deniliyor:

“Ürdün’de Çerkeslerin halen Çerkeslik kimliği üzerinden siyaset yapabildikleri, bürokraside yükselebildikleri, güçlü dernek yapıları içinde ve dışında kendilerini ifade edebildikleri ve kendi dillerinde okul kurabildikleri koşullarda yaşıyor olmalarına rağmen, gündelik hayatta kullandıkları dilin Adiğeceden çok Arapça olduğunu, dil bilen sayısının ise giderek azaldığını öğreniyoruz.”[3]

Çerkes müziğini ve yemeklerini, bazı gelenek görenekleri unutmamak, asimile olmamış olmak anlamına gelmez.

Entegrasyon mu, asimilasyon mu?

Bu soru aslında “kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusundan çok da farklı değildir. Asimilasyon ile entegrasyon birbirinden farklı görünen kavramlar olmasına raǧmen, bazen aynı yıkıcı sonuçlara neden olabilirler. Entegrasyon, asılımılasyondan daha yavaş yol alır, ama aynı sonuca yol açabilir. Entegrasyon denilen kavram çoǧunlukla egemen olan kültüre hizmet eder. Çünkü entegre olması gereken azınlıkta olandır. Azınlıkta olanın coǧünlüga tabi olması anlamına da gelebilir.

Entegrasyonun ekonomik, kültürel, dinsel ve ulusal boyutları vardır. Çoğu topluluk, egemen kültüre entegre olmak isterken, kendi dilini ve kültürel deǧerlerini unutmaktadır. Eğtegre olmak, bütünleşmek, uyum sağlamak anlamına geliyor.

Kim kiminle bütünleşecektir? Azınlık olan, çoğunluk olan ile.

Kim kime uyum saǧlayacaktır? Yine azınlık olan, çoğunluk kültürüne uyum salayacaktır.

Elbette insan içinde yaşadığı toplumun kültürünü, dilini ve geleneklerini öğrenmelidir. Fakat bunu önce kendi anadilini ve kültürünü öğrendikten sonra yapmalıdır. O toplumla uyum içinde yaşaması için entegre olmasına gerek yoktur. Bu noktada egemen, baskın kültür azınlık olan kültürlere onların kendi değerlerini özgürce yaşaması için olanak sağlamalıdır. Ancak bu çoğu zaman gerçekleşmeyen bir durumdur.

Sokrates, bastonuyla göstermeye devam ediyor: “Sen kimsin?”

Erol Anar

 

[1] Akdemir. A. Müslim: Küreselleşme ve Kültürel Kimlik Sorunu.

http://e-dergi.atauni.edu.tr/ındex.php/SBED/artıcle/viewFile/75/69.

[2] Sevda Alankuş: Ankara’da ve Soçi’de Farklı Çerkeslik Halleri

http://21yüzyıldacerkesler.org/s_alankuş.htm

[3] Age.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!