Bertrand Russell’a da ilgim özel oldu. Özellikle dört ciltten oluşan “Batı Felsefesi Tarihi” bu anlanda derli toplu ve vazgeçilmez kaynaklardan birisi oldu benim için. Yine “Dünya Görüşüm”, “Mutlu Olma Sanatı”, Özellikle “Sorgulayan Denemeler” kitabını yıllar önce okuduğumda etkilendiğimi anımsıyorum. Yine onun “iktidar” adlı kitabını okuduğumda bu konuya ilişkin özel ilgim olduğundan faydalandığım bir kitap olmuştu. Özellikle kendisiyle yapılmış bir röportajdan oluşan “Dünya Görüşüm” kitabında kendi görüşlerini açıkça ortaya koyar. Din, politika, mutluluk ve birçok konuya da değinir kısaca bu kitapta. Yine, “Neden Hristiyan Değilim”, “Aylaklığa Övgü” kitapları da ilginçtir. Russell konusunda bir makale de hazırlıyorum, o yüzden geniş biçimde incelediğim bir düşünürdür o.
Tag: Erol Anar
Abhazya ve Adigey Notları (3)
Nihayet ineceğimiz istasyona ulaşmıştık. Burada istasyonun önünde bir taksi durağı vardı. Oraya giderek bir taksici ile yine İngilizce, Tarzanca ve Rusça anlaşmaya çalıştık. Adama Maykop’a gitmek istediğimizi söyledik. 25 dolara anlaştık, fakat adam bizden 35 dolar aldı, eğer düşündüğünden daha uzak olursa bu on doları da alacaktı. Daha doğrusu sanki hiç arabasıyla Maykop’a hiç gitmemiş gibi davranıyordu.
Yapabileceğimiz İlk Devrim Uyumsuzluktur
Aslında toplumla, iktidarlarla ne kadar uyumsuz olursak bir o kadar kendimiz olma, kendimizle uyumlu olma şansımız vardır. Çünkü siyasal iktidarlarla ve başka iktidar biçimleriyle, toplumla uyumlu olduğumuzda, tabulara, egemen inanç ve düşüncelere, liderlere, sisteme de bir o kadar tapınırız ve kendimizden başka bir şeye dönüşürüz.
Tek Tabanca Olmak Özgürlüktür
İşte dediğim gibi tek tabanca olmak zordur. Çünkü tek tabanca olmak, aynı zamanda kendi ayağının üzerinde durmayı, kimseye minnet etmemeyi, bütün dünyaya yeri geldiğinde tek başına meydan okumayı gerektirir. Bunu yapabilecek güce sahip olmayı gerektirir, çünkü gerçeği ortaya koymak, hayata meydan okumaktır. İşte toplumun %99’unun yapmadığı şey de budur.
Normal İnsanın Canavarlığı
Yani “normal” insanların çoğu için bir şey için ayırdıkları zaman bittiğinde canavarlıklarına geri dönmeleri kendileri açısından son derece normaldir. Çünkü her şey bir görev, bir karşılık alma, “pastadan bir dilim kapabilme” yarışıdır onlara göre. Sanki ucunda ölüm vardır ve kıçlarını kurtarma derdindedirler. İşte bunun için Foucault, “Normal insan kurgudur.” demişti. Normal insan yalnızca kurgu değil, aynı zamanda bir canavardır da.
Avrupa Anıları (2)
Gerçekte gitmek istediğim yer İtalya´dan çok, kendi içimdi. İki tren gidiyordu aynı anda: Birisinde ben vardım ve İtalya´ya doğru yol alıyordum. Diğer trende de ben vardım, bu tren kendi iç dünyama doğru yol alıyordu. Kendimi yapabilirliklerimi ve hayatın karşısındaki cesaretimi sınamaya başlamıştım bu yolculukta. Denildiği gibi, belki de insan kendisini en iyi yolculuklarda tanır.
Böyle birkaç yıl geçti. Avrupa’ya gitmeyi hâlâ istiyordum, ama bu isteğimi gerçekleştirme yolunda pek adım da atmıyordum.
Yapay Zekâ ve İnsanlığın Geleceğine Dair
Bilgisayarlar düşünebilir mi sorusunun tek bir yanıtı var bence: Evet düşünebilir. Bilgisayarlar otonom olarak kendi başına, insandan bağımsız karar alabilir mi: Evet alabilir. Yakın gelecekte bu daha açık olarak ortaya çıkacak. Bu çok daha net biçimde ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla bilgisayarların düşünme biçimi ve düşüncesini ortaya koyuş biçimi daha farklı olabilir.
Ama bugünden kendi düşüncelerini programlandığı hat dışında ortaya koyabilen robotlar var yapay zekâya sahip.
Siyasal İktidar ve Kitleler
Kitleler ise bu tavra çoğu zaman kanarlar. Kitleleri manipüle etmek çok kolaydır ve din bu araçlardan birisidir. Ve kulübede yaşayıp da sarayda yaşayanlar için paspas olacak, hayatını feda edecek binlerce insan bulmak hiç de zor değildir. İşte siyasal iktidar bunun için kitleleri bu kadar kolay manipüle edebilirler.
“Ölüm hep bana bana mı düşer usta” demiş şair. Ölüm, çile ve gurbet hep yoksullara düşüyor. Öteki dünya vaadi de, din de.
Abhazya ve Adigey Notları (2)
Savaşın yıkıntıları bir yana, Abhazya bir masal ülkesine benziyordu. Kaf dağının ardındaki ülkelerinden birisi de burası olsa gerekti: Sol yanımızda ormanlarla kaplı yemyeşil dağlar vardı ve sağ yanımızda yol boyunca bize eşlik eden deniz.
Çok geçmeden Gagra’ya ulaştık. Deniz kıyısında, büyük bir oteli andıran bir binaya giriş yapmıştık. Burada Türkiye’den gelenlerin kayıt yaptırdığı bölüme giderek, kaydımızı yaptırdık. Bize yatmamız için iki ayrı oda, daha doğrusu bir bina gösterdiler. Bu yapı kompleksti ve içinde birbirinden bağımsız birçok bina vardı. Hatta büyük bir tiyatro salonu ve o zamanlar kullanılmayan bir havuz da bulunuyordu. Bu binalar, Sovyetler Birliği döneminde sanatoryum olarak kullanılıyormuş.
O Kasabalar Uzaktır Şimdi
Yıllar sonra kasabamıza gittiğimde, mahallemizde dolaştığımda, bir iki küçük değişiklik dışında binaların hemen hemen aynı olduğunu gördüm. Öyleyse neden burada doğduğum büyüdüğüm mahallede kendimi bir yabancı gibi hissediyordum.
Binalar belki yerli yerindeydi ama, komşularımızın tamamı kasabayı terk ederek çeşitli şehirlere göç etmişlerdi. Belki kendimi bunun için bir yabancı gibi hissetmiştim. Artık mahallemizde benim için yalnızca giderek büyüyen bir hüzün vardı. Sanki kayıp kent Atlantis’in kayıp insanları gibi, mahallemizin insanları da bir anda yitip kim bilir nereye gitmişlerdi? Hayat bizleri bir anda savurmuştu değişik yerlere. O insanlar neredeydiler şimdi? O kasabalar nerede? O saygılı ilişkiler, o paylaşımcı dost insanlar hangi bilinmezliğe göç etmişlerdi?
O kasabalar samanyolunun en ucundaki bir yıldız kadar uzaktır şimdi.