Sonra Maide yengenin yüksek duvarlı evi. Korkardık oraya girmeye. Top kaçardı bazen, Maide yenge kızar kesip atardı topumuzu. Yüksek duvarlarla çevrelenmiş kocaman bahçesi ve içinde korktuğumuz Maide teyze ile gizemli gelirdi bize bu ev. Maide teyze de bıkmıştı ikide bir bizim topun kendi bahçesine kaçmasından ve bir çocuğu kendi bahçesinde top ararken görmekten. Ama mecburduk buna, çünkü toplumuzu almamız gerekiyordu.
Bu yüzden fillmde nostaljik bir hava da var. Giderek sıkışan geleneksel üretimin kaçınılmaz yok oluşuna, bir sevgi şarkısının yerini ruhsuz bir şekilde işleyen kuralların aldığına vurgu yapılıyor bence. Sevgi ile, severek üretilmiş ürünler, insanların hikâyelerini, özlemlerini, hayallerini de barındırır içinde.
İnsan kendisi bir dağ olduğunda, artık yıkılmayacaktır o. Tek başına ayaktadır kişilere, topluma, devletlere, sisteme karşı ayakta. Ve sırtını hiçbir yere dayama gereği duymayacaktır. Çünkü dağ yalnızca kendi sırtına yaslanır. O gücünü yalnızca kendisinden alır.
Birey, önüne çıkanı acımasızca ezen devlet tarafından eziliyor. Bu noktada devleti kim simgeliyorsa, o devlet adına bu gücü ve şatafatı yaşıyor. Belediye Başkanı kendini devletle, güçle özdeşleştirmiş. İşbirliği yaptığı askeri ve yargı güçlerini tehdit ediyor, “Ben olmazsam, siz de olmazsınız.” diyor.
Güce boyun eğerken itaâtkar olan insanlar, gücü ele geçirdiklerinde yok edici olabiliyor, vahşileşebiliyorlar. Happy As Lazzaro (Mutlu Lazzaro), Alice Rohrwacher’in Cannes’da ödül kazanan son filmidir. […]
Aslında temel konusu, sistemin bizi bir şeyleri seçmek zorunda bırakması. Ya da seçmeye mecbur etmesi. Peki ya seçmek istemeyenler? Onlar kaybedenleri sistemin, yani “Losers”. İşte film, bu kaybedenlerin öyküsünü anlatıyor. Ama aslında onlar da kazanmak isteyenlerdir; yalnızca sistemin onlara gösterdiği yoldan değil, kendi seçtikleri kısa yollardan bunu yapmak istemektedirler.
2006 yılında vizyona çıkan bu politik film, Shane Meadows tarafından yönetilmiş. Bu dramda, hikâye 1983 yılındaki genç dazlaklar üzerine odaklanıyor ve özetle ırkçıların “İngiltere İngilizlerindir!” yaklaşımında kendisini ifade ediyor. Bunun için de bir öteki düşmanlığına ihtiyaçları var. Zaten toplumun kıyısında yaşayan azınlıklar da bu işe yarıyor ırkçıların bakış açısına göre.
Selanik’te yaşayan, tanınmış yazar amansız bir hastalığa yakalanmış ve son günlerini yaşamaktadır. Hastalığı ilerlemiştir. Yazar, işte böylece dalgın bir şekilde kentte otomobili ile ilerlerken bir çocuğa rastlar. O çocuk, onun belki de hayata bağlılığının son işaretidir. Çocuğa yardım etmeye karar verir.
Şöyle bir düşünelim, yüzde yüz aynı düşünen iki bireyi ele alalım – böyle bir şey mümkün değildir aslında. Bunların ideolojileri, tuttukları parti, futbol takımı aynı olsun. Hatta zevkleri de aynı olsun. Yine de bunları ayıran birçok şey olabilir. İkizlerde de aynı şekilde. Her birey benzersizdir, içsel anlamda tektir, eşsizdir o.
Havza’da, eskiden sürgün edilmiş gayri-müslimlerin altınları gitmeden gömdükleri yolunda efsaneler vardı. Hatta bir otelin sahibinin, gayrı-müslimlerin terk ettiǧi bir evde, duvarı başka bir nedenle kazarken orada birden altınlara rastladıǧı ve böylece zengin olduǧu yönünde hikâyeler anlatılırdı. “Kazmayı vurmuş, duvardan altın fışkırmış” diye anlatırlardı.