Romanya’dan Bir Film: Touch Me Not (Dokunma Bana)

Romanya’dan Bir Film: Touch Me Not (Dokunma Bana)

“Kapının ardındaki yaratık” sözü geçiyor filmin bir yerinde. Kapının ardındaki yaratık ben’dir.

Bu yüzden gerçek “ben” yerine bize toplumun olmamızı istediği sahte ben’i oynarız hayatımız boyunca. Benliğimizi içinde kaybedeceğimiz gruplara, topluluklara sığınırız bu yüzden.

Bugün değişik bir filmden söz edeceğim. “Touch Me Not (Dokunma Bana)”, Romen yönetmen Adina Pintilie’nin yönettiği ve Laura Benson, Tómas Lemarquis ve Dirk Lange’in oynadığı bir drama (2018); yarı belgesel nitelikte bir çalışma. Film, 68. Uluslararası Berlin Film Festivali’nin (Berlinale) en büyük ödülü olan “Altın Ayı” ödülünü kazandı.

Film olumlu ve olumsuz eleştiriler almış. hollywoodreporter.com’da film için:

“Kurgusal ve kurgusal olmayan unsurların belirsiz kenarında, insan cinselliğine dikkat çekici bir bakış.” yorumu yapılmış.

“Özet ve Detaylar: Dokunma Bana, yönetmen ve oyuncuların yakınlık üzerine kişisel bir araştırma niteliğinde. Filmde Laura, Tómas ve Christian’ın duygusal dünyaları ele alınıyor. Karakterler bir yandan yakınlık kurmak isterken, bir yandan da bundan korkuyorlar. Hepsi, eski alışkanlıklarını, savunma mekanizmalarını ve oluşturdukları tabularını aşıp özgür kalmaya çalışıyor. ‘Touch Me Not’ bize yakınlığı hiç beklemediğimiz durumlarda bulabileceğimizi ve kendimizi kaybetmeden başkasını nasıl seveceğimizi anlatıyor.” (Tanıtımdan)

Kendisine dokunulmasından hoşlanmayan, kimseyle bir ilişkiye giremeyen Laura’nın, kendisine acı çektiren korkularını aşmak için verdiği mücadele ve bu nedenle çeşitli kişilerle, ortamlarla buluşmasını anlatıyor film.

“Kapının ardındaki yaratık” sözü geçiyor filmin bir yerinde. Kapının ardındaki yaratık ben’dir. Kapının ardında karanlıkta kalmıştır bu yaratık, çünkü onu görmek istemeyiz. Onunla yüzleşmeyi ve onu tanımayı da istemeyiz bence. Çünkü korkutucudur bu. Bu yüzden gerçek “ben” yerine bize toplumun olmamızı istediği sahte ben’i oynarız hayatımız boyunca. Benliğimizi içinde kaybedeceğimiz gruplara, topluluklara sığınırız bu yüzden.

Korkularımız vardır, cinselliğimizden, iç dünyamızdan, benliğimizden. Bu korkular bizi kendimizle yüzleşmekten ben’i tanımaktan uzaklaştırır. Çünkü korkularımızla yüzleşmeyiz hiçbir zaman. Sartre’ın dediği gibi aslında bütün kapıları kapattık. Bu kapıları hem kendimize, hem da başkalarına kapattık çoktan biz.

Aslında hissedilen korku, biraz da varoluş korkumuzdur. Varolumuşuzu kabullenmek zor gelir bize bazen. Ondan kaçmak isteriz.

Oysa çoğu zaman cinselliğimizden korkuyla kaçarız, tabular bizi tutsak alır.

Lacan’ın “ayna evresi” bir konsepti ortaya koyuyor.

“yaklaşık 6 -8 aylık bebekte ilk belirtileri gözlenen “ayna evresi”, kabaca Mahler’in “ayrılma–bireyleşme” döneminin ilk aşaması olan ‘’ayrımlaşma’ alt dönemine karşılık olur, işte bu aşamada anneden ikinci kez, fakat bu sefer ‘psikolojik olarak doğan’, yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin ayna karşısında ‘kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi’ne dikkat çeker Lacan.” [1]

Bebek benliğini aynada keşfederken aslında kendisini yeniden doğmaya doğru yöneltir. Ama şöyle bir düşünelim. Çoğu insan aynda kendini görmüştür, ama kendi iç dünyasında bir tek kez bile kendini görmeden ölen insanların sayısı çoktur. İnsanlar “kapının ardındaki yaratık”ı görmek istemezler. Çünkü aslında gerçek ben’leri o yaratıktadır. İlişkilerimiz de bu anlamda ne kendimize, ne de karşımızdakine dokunmadan yaşarız.

Cinselliğimiz ise bir labirenttir çoğu zaman. Yine birçok insan cinselliği bir “görev” olarak yaşar. Ya da onu keşfetmeden yüzeysel olarak yaşamaya çalışır. Onu keşfetmeye, bu labirentleri tanımaya korkar. Toplumda bir tabudur bu konu her daim. Bu yüzden cinselliğini bastırmayı öğrenir birey. Kendisine yabancılaşır, bizzat kendi bedenine yabancıdır o. Değil başkasının cinselliğini keşfetmeyi, kendi cinselliğini bile keşfetmekten uzaktır bu yüzden.

İşte bu film, biraz da bunu sorguluyor. Tabular, kurallar ve bunların ötesinde kendi bedenini, korkularını, bunların sınırlarını keşfetmeye, bunlarla yüzleşmeye çalkışan bazı insanları konu ediniyor.

Sartre’ın dediği gibi bir varoluş doluluğu olan bilinçten kaçıyoruz belki de. Her şeyden kaçıyoruz, son noktada kaçamadığımız tek şey olan ölüme yaklanana dek.

Film beni derinlere çekti; Nietzsche, Freud, Sartre ve Lacan’a kadar götürdü.

“Freud, cinsellik fikrini cinsel eylemden ayırarak, onu aynı zamanda darlığından ve değersizliğinden çekip kurtarıyor; Nietzsche’nin kahince sözü, ‘Bir insanın cinselliğinin derecesi ve niteliği, zihninin en yüksek zirvelerine kadar kendini gösterir’ demesi, Freud sayesinde biyolojik bir hakikat olarak görülüyor.” [2]

Oysa çoğu zaman cinselliğimizden korkuyla kaçarız, tabular bizi tutsak alır. Nietzsche’nin işaret ettiği zihinsel zirveler yerine, toplumsal korku çukurlarına düşeriz.

Filmden bazı sözler:

“Yüzde doksanlık kısmım saklanmak istiyor, ama geri kalan yüzde onluk kısmım beni burada tutacak kadar güçlü.”

“Bedenin hakkında ne düşünüyorsun?”

“Her gün bedenimle yaşıyorum, ama onu fark ettiğimi sanmıyorum.

“Bence benim hikâyem ilginç değil, inanılmaz şeyler barındırmıyor. Belki de hikâyemde bilmediğim bir şey vardır.”

“Birçok insanın çığlığı ardında bir hikâye vardır. Bazen bu hikâyeyi anlatmak iyileşme süreciyle yakından ilgilidir.”

“Burada olmak gerçekten çok zor.”

“Neden?”

“Sanırım senin burada sık sık hissettiğin duyguları hissediyorum.”

“Ne hissediyorsun?”

“Sanırım büyük bir korku.”

Bedenimiz gizemlidir. Ondan çekiniriz çoğu zaman. Kendimize dokunmaktan, başkasının bizi dokunmasından korkarız. Hele ki keşfetmek istemeyiz bedenimizi çoğu zaman, aynada bile yüzeysel bakarız kendimize. Kendi olmak, benliğiyle tanışmak korkutucu gelir bize. İnsanın kendi ruhuyla barışık olması, onun kendi bedeniyle de barışık olmasından geçiyor.

Filmde bedensel çıplaklık gizlenmemiş, doğal bir biçimde sahnelenmiş. Özünde bedensel çıplaklığın ve onu keşfetmenin, aynı zamanda insanın kendi korkularıyla yüzleşmesinin gerekliliğine vurgu yapılmış bence.

Yani beden, iç dünyaya açılan bir kapı. Ve bu kapının arkasında ise ben denilen o yaratık var. Onunla yüzleşmeden iç dünyamıza giremeyiz diye düşünüyorum.

Film beni derinlere çekti; Nietzsche, Freud, Sartre ve Lacan’a kadar götürdü. Bence izlemeye değer bir film, ama herkesin zevkine hitap etmeyebilir diyorum.

Erol Anar


[1] Jacques Lacan: Fallusun Anlamı, Afa Yayınları, sayfa 31-32.

[2] Freud Cinselliğin Yeryüzü, Stefan Zweig, Broy Yayınları, sayfa 92.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!