Demet’i aramıştım o gece yine. Ona yeni hoteli anlattım, patronu, oğlunu ve garsonları.
“Ya ne kadar ilginç gözlemler yapıyorsun sen…”
“Hayatımız neden ibarettir biliyor musun?” dedim.
“Neden?” diye sordu.
“Hayatımız fiziksel ve zihinsel yolculuklardan ibaret. Hep hareket halindeyiz, hiç kımıldamazken bile. Atomlarımız her an hareket halinde. Fiziksel ve zihinsel yolculuklar içinde ömrümüzü tamamlıyoruz.”
“Evet, haklısın” dedi.
“Bugün kafamdan film karesi gibi bazı sahneler geçti. Örneğin yaşlılar evindeki insanlar gözleri kapar ve koltukta oturup saatlerce öyle kalırlar. Neden biliyor musun?”
“Neden?”
“Çünkü hareket alanları, fiziksel yolculuklara uygun değildir, kısıtlıdır. Onlar da hemen tüm zamanlarını zihinsel yolculuklara harcarlar. Geçmişi düşünürler, hoş anlarını, sevdiklerini. Öyle saatlerce kımıldamadan otururlar, ama yolculuk yaparlar zihinlerinde aynı zamanda. Belki ayaklarında bir battaniye de vardır. Mutludurlar, orada o an zihinsel yolculuklar yapmaktan.”
“Ya senin hayal gücün çok geniş, bir kelimeden, cümleden film çıkarıyorsun.” dedi Demet.
“Bilmem, benim işim gözlemek, öğrenmek ve yazmak.”
“Gelme zamanın yaklaştı değil mi?”
“Evet,” dedim. “zamanı gelince duramazsın bir yerde. Denildiği gibi, her şeyin bir zamanı var; Keşke bunu yaşamasaydım deriz kendi kendimize. Ama onu yaşamak zorundaydık, bugün baktığımız noktaya gelebilmek için!”
“Ama bazen zaman kaçıyor elimizden, yönetemiyoruz onu.” dedi Demet.
“Evet, doğru. Bizi olgunlaştıran zaman değil. Yaşadıklarımız mı? Bilemiyorum, aynı şeyi yaşayan insanlar bile çok farklılar birbirinden. Kimisi çok olgun, kimisini ise yaşadıkları ve acılar olgunlaştırmıyor.”
Ertesi gün hotelin plaja yakın tarafında bir açık hava barı olduğunu keşfettim. Havuz başındaki bar yerine buraya oturmaya başladım. Daha sakindi, diğer hotelde olduğu gibi. Bir garson vardı. 25 yaşlarında bıyıklı, kıvırcık saçlı ve yeşil gözlü bir gençti. Onunla biraz sohbet ettikten sora yazmaya başladım. Bana müziğin beni rahatsız edip etmeyeceğini sordu.
“Yok,” dedim “beni rahatsız etmez yazarken müzik, sesini çok açmazsan, bana uyar. Sen müzik çalmaya devam et.”
Yine Sezen Aksu söylüyordu:
“Zaman sadece birazcık zaman
Son bulduğu yerde sevgiler bir tek an
Böyle benzer izler etrafında
Alışkanlıklarımız bile sıradan
Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde
Gidiyorum kokun hâlâ üzerimde
Sana korkular bıraktım bir de yeni başlangıçlar
Bir kendim bir ben gidiyorum”
Bir an durdum, düşündüm. Aslında herkes ve her şey sıradandı. Ama sanki olağanüstüymüşler, sıradan değillermiş gibi oynuyordu insanlar. Oysa örtüyü kaldırdığında herkes çıplaktı.
Sonra orada açık hava barında bir süre yazdım. Sonra yazmayı bıraktım, öyle etrafa bakarak biraz garsonla sohbet ettim. Bu garson Ali gibi geveze değildi. Ama yine de konuşuyordu.
Uzakta bir kız vardı telefon ile konuşuyordu,
“O patronun kızı abi,” dedi “17 yaşında, bir de oğlu var 14 yaşında.”
Patronun kızına daha sonraları da rastlamıştım otelde. Kız, terasta sandalyeye oturup gururla kendisine kalacağını düşündüğü hoteli izleyen 14 yaşındaki kardeşinden farklı gibiydi. Hayatını yaşıyordu; havuza giriyor, güneşleniyor, soğuk bir şeyler içiyordu. Umurunda değil gibiydi hiçbir şey. Oğlan kardeşi ise geleceği düşünüp, kendisine kalacağını düşündüğü hoteli izlemekten, onu yaşamaya vakit bulamıyordu. Birisi geleceği yaşıyordu, diğeri ise anı.
O sırada telefon çaldı. Lütfü arıyordu Ankara’dan.
“Gelmiyor musun moruk?” diye sordu.
“Moruk üç beş günüm daha var. Sonra döneceğim Ankara’ya.””
“Ne yaptın kızla?”
“İyiyiz, telefonla konuşuyoruz?”
“Peki Hale ne oldu?
“Hale ile aramda bir şey yoktu ki, o hotelden ayrıldım ben iki gün oldu; şimdi Alanya’dayım. Herkes yoluna, hayat böyle.”
“Sepeti koluna, herkes yoluna’ derler ona moruk.”
“Aynen öyle gözüm; sen istemesen de hayat gönderiyor, sepeti koluna takıyor.” dedim.
Sürecek…
Erol Anar