Mahalleden Çıkma ve Değişme Korkusu

Mahalleden Çıkma ve Değişme Korkusu

Gerçeği, hakikati bükerek, kendi inandıklarımıza ya da inanır göründüğümüz dünya görüşü, ideoloji, din ya da teoriyle çelişmez bir biçime getiririz. Aslında gerçek değişmez, bükülmez ama biz onu kendi inandığımız “gerçeğe” aslında yalana uydururuz, adapte ederiz.

“Değişme korkusunun arkasında kötüye gitme korkuları yatmaktadır. Yani, kendi ideal imajlarını yitirme, reddedilen öze dönüşme, herkes gibi sıradan birisi olma ya da analiz tarafından boş bir kabuk olarak terkedilme korkulan; o güne dek kazanılan güvenlik araçlarından ve doyumlardan, özellikle çözüm vadeden yanılsamaların arkasından koşmaktan vazgeçmek zorunda olmanın, bilinmezin verdiği derin ürperti ve son olarak —nevrotik umutsuzluğu tartışmaya başlayınca daha iyi anlayacağımız— bir değişememe korkusu.” [1] diyor Karen Horney.

Burada en büyük korku aslında içinde bulunduğu çevre ve mahalleyi yitirme ve oradan dışlanma, izole edilme korkusudur bence. Birey kendisini böylece sudan çıkmış balık gibi güvensiz ve sanki nefes alamıyor gibi hissedebilir. Çünkü o zamana dek güvenliğini, saygınlığını, arkadaşlıklarını, ilişkilerini her şeyini içinde bulunduğu çevreden elde ettiğini düşünmektedir. Çünkü insanlar içlerinde bulundukları mahallenin bir üyesi olmak için bir ömür vermişlerdir. Tekrar bunu yapabilecek ya da tek başına ayakta kalabilecek gücü ve enerjiyi bulamaz çoğu insan. “Boş ver” der geçer gider kendi kendine.

Mahallenizden çıkmadan gerçeğe ulaşma şansınız yoktur.

İşte bu noktada belki Horney’nin işaret ettiği “değişme korkusu” devreye girer. Birey değişmekten korkar “yitirecekleri” konusunda düşünür. Ve iki çeşit davranış biçimi vardır bu noktada bence: Birey değişme ihtiyacını yadsır, mantalitesini değiştirmeme kararı alır ve kendisini değişime ihtiyacı olmadığına ikna etmeye çalışır. İçinden yükselen soruları, karmaşaları, bastırmaya karar verir. Ve rol yaparak, sanki hiçbir iç çatışma yaşamıyormuş gibi içinde bulunduğu mahallede yaşamaya devam eder.

Değişme korkusu

“Bütün bu korkular, çözülmemiş çatışmalardan kaynaklanır. Ama sonunda bir bütünleşme istediğimiz takdirde bunlarla karşı karşıya gelmek zorunda olduğumuz için, bunlar ayrıca kendimizle yüzleşmemize bir engel olarak kalırlar. Söylemek gerekirse bunlar, kurtuluşa ulaşabilmeden önce geçmemiz gereken Araftır.” [2] der yine Horney aynı yapıtında.

Ancak bu “Araf’ı çoğu insan geçemez. Daha doğrusu geçmeyi göze alamaz. Ve kendisiyle yüzleşmeyen insan aslında kendi hayatını değil de, içinde bulunduğu çevresinin istediği şekilde başka bir hayatı yaşar. Yani kendi hayatını bir rol olarak yaşayan, gerçek düşüncelerini dile getiremeyen, kendini kandıran ve kendisiyle yüzleşmekten kaçan bir pozisyona düşer. Ama bunu çevresine belli etmek istemez, bu yüzden role devam eder. Hatta hayatının sonuna kadar bu rolü sürdürebilir. (Buraya tıklayarak konunun farklı boyutlarını okuyabilirsiniz)

***

“Biz, gerçeği her zaman ona verdiğimiz anlamla kavrarız, yani salt gerçek değil, daha önce tarafımızdan yorumlanmış bir gerçek olarak. Dolayısıyla, bu anlamın her zaman az çok kusurlu ve eksik nitelik taşıyacağını, hatta hiçbir zaman kesin bir doğruluk içermeyeceğini varsaymak akla yakın bir davranıştır. Anlamlı ilişkilerden oluşan dünyamız, hata ve yanılgılarla dolup taşan bir dünyadır.” [3] diyor Adler ise.

Değişme korkusuyla gerçeği, hakikati bükerek, kendi inandıklarımıza ya da inanır göründüğümüz dünya görüşü, ideoloji, din ya da teoriyle çelişmez bir biçime getiririz. Aslında gerçek değişmez, bükülmez ama biz onu kendi inandığımız “gerçeğe ve hakikate” aslında yalana uydururuz, adapte ederiz. Uymasa da olmasa da, sanki uymuş ve olmuş gibi düşünürüz. Kendimizi kandırmak hiç zor değildir bu anlamda. Rol yapmaya devam ederiz hem çevremize, hem de kendimize. Bir de bakarız ki, kendi yalanımıza kendimiz inanmışız. Hem kendimizi hem de çevremizi buna ikna etmişiz. O zaman gerçek ve hakikat çoğu insan için belirleyici değildir. Çoğu insan rol yaptığı için gerçekten ve hakikatten nefret eder. Gerçek ve hakikatin kendi yalan üzerine kurulu gerçekliğini bozmasına tahammül edemez.

“Bir insanın bireyselliği ve biricikliği neyi nasıl algıladığıyla belirlenir.” [4] diyor yine Adler.

İşte gerçeklikten kaçan kişi değişme korkusu ile içinde bulunduğu çevreye ve mahalleye sığınır. Böylece bireyselliğini ve biricikliğini de kaybetmiş olur gerçek ve hakikatle birlikte.

Foucault ise “Deliliğin Tarihi” adlı kitabında Fransız yazar La Mothe Le Vayer’den bir alıntı yapar:

“Eğer iyi bakılacak olursa, hayatımızın tümü bir masaldan, bilgimiz bir aptallıktan, emin olduğumuz şeyler hikâyelerden başka bir şey değillerdir; kısacası bu dünyanın tümü bir oyundan ve sürekli bir komediden başka bir şey değildir.” [5]

Gerçektende öyledir, emin olduğumuz şeyler aslında bir üflemeyle dağılacak tüylere benzer. Ama işte biz onları hiç sorgulamadığımız için eminizdir onlardan zaten. “Doğrularımız” bizim arkasına sığındığımız ve doğruluğunu hiç sınamadığımız şeylerdir. Hakikat ise yaşamımızda yer almaz. Yalanlara sığınırız biz, onlara “hakikat” adını vererek.

Hayatçıklarımız bir masal bile değildir aslında, keşke öyle olsaydı… Hayatçıklarımız gerçekliği sanal olarak tersine çevirdiğimiz ve kendimizi kandırdığımız birer trajediden ibarettir.

Gerçek ve hakikat dışında kendimi hiçbir mahalleye ait hissetmiyorum.

Erol Anar


[1] Karen Horney: Ruhsal Çatışmalarımız, Öteki Yayınevi, 5. Baskı, 1999, sayfa 123.

[2] Horney, age, s. 123.

[3] Alfred Adler: Yaşamın Anlam ve Amacı, Say Yayınları, Çeviren: Kamuran Şipel, sayfa 11.

[4] Alfred Adler: İnsan Doğasını Anlamak, Atlantis Yayınevi, 2016, İzmir, sayfa 59.

[5] Michel Foucault: Deliliğin Tarihi, İmge Yayınevi, 7. Baskı, 2017, Ankara, sayfa 165, (La Mothe Le Vayer, Dialogues d’Orasius Tt|bero, 1716 yay., c. 1, s. 5.’den aktaran Foucault)

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!