O zamanlar Paşa, Eğitim Fakültesi Resim bölümü 1. Sınıf öğrencisiydi. Biz Paşa, Şamil ve ben değişmez üçlüydük. O dönemde Samsun’da demokratik sivil toplum kuruluşları yeni yeni kuruluyorlardı. Örneğin İnsan Hakları Derneği yeni kurulmuştu o zamanlar Samsun’da. Bir süre sonra Halkevleri şubesi kurma çalışmaları başladı. Ben de bu çalışmalar içerisinde yer aldım. Samsun’da 12 Eylül karanlığı yavaş yavaş aşılmaya başlanıyor, insanlar uzun süren uykudan uyanıyorlardı. Böylece Halkevi çalışmalarında, benim de kurucu olmamı istemişlerdi. Böylece kuruculardan birisi ve ilk yönetim kurulu üyesi olduğum Samsun Halkevi kuruldu. O zamanlar Halkevi’nde çok çeşitli sol anlayışlara sempati duyan insanlar vardı, bunların önemli bir kısmı öğrenciydi. Ama güzel olan herkes beraber çalışabiliyordu.
Örneğin hatırlıyorum Halkevi’nin bulunduğu mekânın bir duvarına bir resim yapılacaktı. Bu resim yapma işini Resim bölümünden bazı öğrenciler üstlenmişti. İşçi ve emekçilerin günlük yaşamından bir kesiti yansıtacak bir resim olacaktı bu. Ama iş değişti, baktık resim bittiğinde öndeki köylü tıpatıp kasketli İbrahim Kaypakkaya’ya benzetilmiş. Meğer bu resmi yapan öğrenciler Kaypakkaya sempatizanı imiş.
Halkevi’nde bir yandan çalışmalar devam ediyordu; bir konser düzenlemeyi düşünüyorduk Halkevi’ne gelir elde etmek için. Diğer yandan da Paşa, Şamil ve ben müzik çalışması yapıyoruz. Bir grup kurmuştuk, biz üçümüz vardık, bir de Cihan ve gitarist Öner isimli genç. Bir de Osman vardı ve onun sevgilisi Hülya. Bunlar da solistlerimiz idiler. Daha sonra onlar İngiltere’ye gittiler.
O günlerde Öner ile tanışmıştık, kendisi iyi gitar çalıyordu Öner yeşil gözlü, kumral dalgalı uzun saçlı birisiydi. Çok uzun boylu değildi, ama atletik bir yapısı vardı. Bazı kişilere gitar dersleri vererek geçiniyordu. Yalnız yaşıyordu Atakum’da ve biz haftada iki gün onun evinde konser için grup olarak çalışıyorduk. Ben ve Şamil bağlama, Paşa ise cura ve Öner gitar, Cihan ise darbuka ya da tef gibi şey çalıyordu, öyle hatırlıyorum. O günlerde repertuvarımızda özellikle Grup Yorum’dan Ruhi Su’dan ve bazı sol protest sanatçılardan türküler çalışıyorduk ve böylece geceye hazırlanıyorduk. Böyle çalışa çalışa oldukça iyi bir performansa ve uyuma ulaştık. Çünkü gecede biz de çıkacaktık, bunu yönetime söylemiştim. Hatırlıyorum çalıştığımız bir türkü Grup Yorum’dandı:
“Ve gözleri uzak yamaçlarda
aranıp dururken bir şeyleri
sessiz ve sakin beklemekte
bekledikçe bileylenen yürek …”
Bu, Ahmet Telli’nin şiirinden bestelenmiş bir parçaydı.
Biz böyle çalışırken aynı zamanda bu Öner bizim Kafkas derneğinden tanıdığımız Janset’e gitar kurs veriyordu. Janset kurs için yeni bir gitar satın almıştı. Biz de sevinmiştik, hiç olmazsa çocuk birkaç kuruş kazanır diye.
Neyse zaman geçti ve konser Konak sinemasında ya da ona benzer öyle bir yerde yapılmıştı, tam hatırlayamıyorum yeri şimdi. Ama salon hıncahınç doluydu o gece. Salondaki izleyicilerin çoğu da genç üniversite öğrencisi idi. Biz de heyecanlıydık, müzik grubumuzla sahneye çıkmayı planlıyorduk. Ancak Dernekler Masası Amiri Halil bey vardı. O bizim sahneye çıkmamızı yasakladı ve etkinliği iptal etmekle tehdit etti, bunun üzerine bizim sahneye çıkmamamıza, ama konser verecek olan diğer sanatçıların proramının aynen yapılmasına karar verildi. Biz o kadar çalışmıştık, içimizde enerji vardı, biraz hayal kırıklığına uğradık. Suat ağabey (Sancak) sahneye çıkmıştı. Açılışta, Nazım Hikmet’in “O duvar o duvarınız” şiirini okudu. Öğrenciler coşkuluydu sloganlar atılıyor, yerlerinde duramıyorlardı insanlar. Türküler, salondaki kitleyle hep birlikte söyleniyordu.
Biz Havzalıları da beklemiştik o geceye, ama gelemediler. Hatta Paşa, “Metin Tok, Havza’dan gençleri toplayıp bir minibüsle konsere gelecekmiş.” demişti.
Böylece Halkevi’ne de bir gelir sağlanmış olduğu bu konser ile birlikte.
“Atı oyna atı!”
Halkevi’ne çeşitli tipler gelip giderdi. Bir adamı hatırlıyorum, bu sarışın, kalın yana doğru bıyıkları olan uzun boylu bir adamdı. Bizden biraz yaşlıydı. Bu adam daha yeni Halkevi’ne gelmesine karşın üç beş günde herkesle samimi olmayı başarmıştı. Hiç tanımadığı insanlara sanki yıllardır tanıyormuş gibi davranan bu kişi, özellikle satranç oynayanlara laf atmadan duramazdı. Ve her zaman da aynı şeyi söylerdi:
“Atı oyna atı!”
Böyle der ve oyunu izlemeden geçip giderdi. Adamın tek ve en önemli esprisi buydu.
Bir gün Ferhat Tunç’un yeni kaseti çıkmış. Bu Kaypakkaya sempatizanı gençler Çiftlik’teki müzikevinden satın almışlar kaseti ve Halkevi’ne getirmişlerdi.
Sabah akşam bu kaseti dinlemek istiyorlardı.
“Ceryana, zincire boyun eğmedik
Direndik direndik işkencelerde”
Böyle bir türkü de vardı. Bu türkü birkaç kez çalınınca sarışın ”Atı oyna” diyen adam şöyle demişti:
“Ne yapalım yani, bir büyük rakı alıp Ferhat Tunç’u mu dinleyelim, ´Direndik direndik işkencelerde mi diyelim akşama kadar?”
Bu sarışın kişiye Halkevi’nde bir konser organize etmesi için yetki verilmişti. Konserin bütçesi bu kişiye teslim edilmiş o da para topluyordu. Bir gün baktık bu kişi ortadan kaybolmuş topladığı paralarla birlikte. Üç gün, beş gün, bir hafta geçti sarışın adam ortada yok, sırra kadem basmış.
Sonradan öğrendik ki bu kişi Halkevleri, Eğitim-Sen vb… demokratik kuruluşları dolaşır ve oralarda ilişkiler geliştirip, dostluklar kurar ve daha sonra ise bu kurumları dolandırarak kaçar gidermiş. Onun üzerine Halkevi’nin en önemli esprisi şu olmuştu:
“Adam atı oynadı sonunda.”
Oyunu kazanmış mı, yoksa kaybetmiş miydi bilmiyorum ama o sarışın adam o günden sonra bir daha ortalıkta görünmedi ve bir süre sonra unutuldu gitti.
Halkevi döneminde hatırlıyorum, o düzenlediğimiz gece ile ilgili bize dava açılmıştı. Çünkü ben de gecenin yedi kişilik tertip komitesindeydim. Sanırım atılan sloganlar ile ilgili bir dava idi hatırladığım kadarıyla. Bu da benim ilk defa hakim önüne çıkışımdı. Daha sonra kitaplarım ve insan hakları faaliyetlerim ile ilgili birçok defa yargılanacaktım.
Mahkemenin ilk oturumunda birçok öğrenci geldi Eğitim Fakültesi’nden bize destek için. Hakim içeriye girdiğinde hiçbirimiz ayağa kalkmadık. Böyle bir şey yapmayı kararlaştırmamıştık. Kendiliğinden doğal olarak böyle oldu. Serde gençlik vardı ve keskindik.
Hakim buna bozuldu ve şöyle dedi yerine oturduktan sonra:
“Gençler”, dedi “burada ayağa kalkmanız bana olan saygı anlamına gelmiyor. Burada makama saygı olması gerekirdi ve onun için ayağa kalkmanız gerekirdi, yoksa benim için değil.”
Fakat hiçbirimiz umursamadık hakimin bu sözlerini. Bir iki duruşma sonunda bu davadan beraat ettik.
Daha sonra yeniden yönetime girmedim seçimlerde Halkevi’nde. Ve o süreçten sonra daha çok İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) gitmeye başladım. Tutuklu yakınıydım aynı zamanda.
O dönemde İHD’de Havzalı Yahya amca yönetimdeydi. Yahya amca, Havza’nın Mısmılağaç köyündendi. Yahya amca uzun boylu zayıf ve çökük avurtlu bir insandı. Bembeyaz gümüş gibi saçları vardı. Çok beyefendi bir insandı, yaşlıydı. Gayet temiz ve şık giyinirdi. Takım elbise ve kravatlıydı her gün. Beyefendi ve görmüş geçirmiş bir insandı. Yahya amca ve bizi de çok severdi, dolayısıyla Derneğe ısındık. İnsan Hakları Derneği’ne gidip geliyorduk, daha çok da ben gidiyordum. Uzun Samsun sigarası içerdi. Sigarayı çıkarır, parmaklarıyla yumuşatır ve yakasından çıkardığı toplu iğne ile sigaranın alt kısmına küçük bir delik açardı.
“Böylece,” derdi “daha az nikotin alıyorum. Bunu da bir arkadaşımdan öğrenmiştim.”
Işıklar içinde uyusun Yahya amca ile birlikte bazı avukatlar vardı yönetiminde Samsun İnsan Hakları Derneği’nin. Ben tabi o zaman enerji, heyecan ve düşüncelerle doluyum. Yazmaya henüz başlamamıştım. Karikatür, müzik ve resimle uğraşıyordum. Cezaevlerine ziyarete gidip geliyordum. Ve sürekli bir şeyler yapma, etkinlikler düzenleme ile ilgili düşünceler vardı kafamda.
Sürecek…
Erol Anar