Öğleden sonra ise hotel odamda dinleniyordum. Telefon çaldı, baktım Lütfü arıyordu Ankara’dan.
“Selam moruk!” dedi.
“Selam ne haber?” dedim.
“Ya sorma,” dedi “seninle konuşmam gerek.”
“Söyle dinliyorum.” dedim.
“Moruk evden ayrılacağım bir süre, eşimle geçinemiyorum.” dedi.
“Neden moruk? Çocukların var; olmuyor mu biraz empati, hoşgörü vesaire?”
“Yok, denedim, bir süre uzaklaşayım evden diyorum, belki düzelir ilişki sonra.”
“Evet sen bilirsin tabii ki, senin ilişkin ve hayatın moruk” dedim.
“Moruk bu kadar çabuk mu tuttu bu lanet?” dedim sonra.
“Ne laneti gözüm” dedi.
“Demet’in laneti” dedim.
O da kahkaha attı bunun üzerine.
“Ha ha ha ha!”
“Kara büyü yavrum bu dikkat et demiştim sana.” dedim. “Kız kara büyü demişti.”
O gülmeye devam ediyordu, ben de.
“Ha ha ha ha!”
Sonra ciddileşti tekrar.
“Moruk sana şey diyecektim, sizde kalabilir miyim bir süre?”
“Elbette gel istediğin kadar kal. Ben üç dört içinde dönüyorum Ankara’ya, sonra bize gelirsin.”
“Tamam sağ ol” dedi ve telefonu kapattı.
Lütfü ile ailece görüşüyorduk. Annemler de tanırlardı onu ve eşini, çocuklarını. Üzülmüştüm ilişkisinin kötüleşmesine, eşi de iyi bir insandı, onu da severdik ailece. Ama belki de biraz ayrı kalınca yeniden düzelir ilişkileri diye düşündüm kendi kendime o an.
Sabahları öğleye kadar Kaptan’ın bar restoranına takılıyordum, öğleden sonra plaja yakın olan hotelin barına.
***
Ertesi sabah Kaptan bana şöyle dedi:
“Sen bana bir masal, öykü anlat, ben de sana bir türkü çalayım. Gidene dek.”
“Tamam Kaptan!” dedim.
Kaptan bu kez bir Kütahya türküsü çalıp söylemeye başladı:
“Kütahya’nın pınarları akışır
Devriyeler kol kol olmuş bakışır
Asalı’ya çuha şalvar yakışır
Aman aman Vehbi öyle böyle olur mu?
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı?
Salın gelip musallaya dayandı
Kar beyaz Vehbi’m al kanlara boyandı”
Kaptan bağlamasını duvara astıktan sonra geldi tekrar oturdu ve bir sigara yaktı sonra konuştu:
“Eskiden tek bir gerçek var sanırdım. Ama yıllar geçtikçe birden çok gerçeğin olduğunu gördüm. Dedikleri gibi herkesin gerçeği farklı belki de.”
“Kaptan ondan kötüsü ne biliyor musun, herkes kendi inandığını tek gerçek olarak görüyor ve diğerinin gerçekliğine dayatıyor. Belki de dünyadaki şiddetin asıl nedeni bu. Ben şuna inanıyorum, karşımdaki insana diyorum ki: neye inanarsan inan, istediğine inanmakta özgürsün; ama o inandığın düşünceyi, inancı bana ya da başkasına zorla dayatma. İşte özgür toplumun temeli bence bu.”
“Hah işte budur!” dedi Kaptan.
“Ben de söz verdiğim La Fontaine masalını anlatayım Kaptan izninle.”
Bir sigara yaktı keyifle Kaptan ve:
“Hay hay! Zevkle dinliyorum” dedi.
“Daha genç, ama hinoğluhin bir tilki ömründe ilk kez atı görünce, acemi kurdun birine gitmiş demiş ki: – Aman koş, bir hayvan var bizim çimenlikte, Öyle güzel, öyle kocaman ki inanmayasım geliyor gözlerime. – Bizden güçlü mü, demiş kurt gülerek; Şunun bir portresini yapıver bakalım.
– Ah demiş tilki, ressam olsaydım ya da mürekkep yalamış bir öğrenci, yaşatmak isterdim sana hemen onu görünce duyacağın sevinci. Kalkmış gitmişler. Otlağa bırakılmış at Hiç düşkün değilmiş böylesi ahbaplara: Neredeyse tüyecekmiş tabana kuvvet. – Efendimiz, demiş sokuluverip tilki, Adınızı öğrenmek şerefini Esirgemeyin bu naçiz kullarınızdan.
At daha zekiymiş tilkinin sandığından: – Baylar, demiş, adımı merak ettiyseniz Arka tabanlarımda okuyabilirsiniz: Kunduracım adımı yazar her zaman pabuçlarıma vurduğu pençe üstüne. Tilki okuryazar değilim diye özür dilemiş attan: – Anam babam, demiş, okutmadılar beni; yoksullar… Kurdunkiler eşraftan: Okuttular onu. Koltukları kabarmış kurdun, Yaklaşmış, ama dört dişine mal olmuş okuryazar geçinmeye kalkması: At basmış çifteyi ve tüymüş oralardan. Kurt serili kalmış yerde, zavallı: Ağzı burnu kan içinde, perişan: – Bak, gördün mü demiş tilki; Bilginlerden duyduğum doğruymuş demek ki: Bu hayvan çenene ne yazdı bilir misin? Bilmediğin her şeyden sakınmalısın.” (La Fontaine’den)
Kaptan kahkahalarla gülüyordu masala:
“Ha ha ha ha!”
Sürecek…
Erol Anar