”Bugün Hale geldi tropik bara, bana veda etti.” dedim Demet’e.
“Manevi kızın da geldi mi?”
“Hayır,” dedim “gelmek istiyormuş, ama çocuk uyumuş.”
“İyi aman,” dedi “Hale muhabbeti de burada bitmiş olur.”
“Biraz üzüldüm onun durumuna, ama hayat böyle. Karşı yönlerden gelen iki tren gibi hızla geçiyoruz insanların yanından. Bir süre sonra duman bile kalmıyor, havada dağılıp gidiyor anılar.”
“Neden biliyor musun, öyle olmasa hayat anlamsız olurdu. Hayat hareket demektir, insanlar hayatımıza girer ve çıkarlar; kimisi az süre kalır, kimisi biraz daha fazla.”
Ben de şöyle tamamladım onu.
“Mekânı en son biz terk ederiz, geride de hiçbir şey kalmaz. On beş-yirmi kişinin belki hatırladığı, bir zamanlar yaşamış bir insan.” dedim.
“O kadar kişi de hatırlamaz, eğer ünlü değilse. Aynen öyle.” dedi.
“Bak telefonu kapatmadan önce Bir La Fontaine masalı daha anlatayım mı sana kısacık?
“Anlat,” dedi Demet, “ben çok severim.”
“Bir deli bir akıllıya taş atıyormuş yolda … Akıllı dönmüş geriye:- Aferin dostum, demiş deliye; al benden sana bir altın; bir hayli uğraştın, yoruldun. Bedava çalışacak değilsin ya. Bak şuradan geçen adama. Onda para tümen tümen. Sende de bu kol varken, at taşı, al paranı. Deli hemen kırmış dümeni. Basmış taşı zengine. Yine hakkını vermişler vermesine; Ama altın parayla değil bu sefer. Bir sürü uşak atılmış üstüne, ellerinde kalın değnekler, az mı yersin, çok mu! Saray böyle delilerle dolu. Sizi taşlar, kralı güldürürler. Ağızlarını kapamak için, Ne diye gidip dövüşeceksin? Kaldı ki gücün yetmez belki de. İyisi mi, aferin de; Saldırt adamına, gelsin hakkından.” (La Fontaine Masalları)
“Ha ha ha ha! Yazık ya deliye.” dedi Demet.
“Dünya böyle delilerle dolu. Ne yazık ki. Onları kullananlar çok, kullanıp atıyorlar çöpe işleri bitince. ”
Demet ile görüştükten sonra aşağıya yemeğe indim. Akşam yemeği açık büfe idi tatlısından tuzlusuna, salatasından meyvesine her şey vardı. Yalnız dikkatimi çeken bir şey vardı başından beri, biz yerken orada garsonlar kurt gibi gözcülük yapıyorlardı. Özellikle de Rus turistlere bakıyorlardı gözlerini kırpmadan.
O gece bir garsona sordum.
“Ne bu ya? Neden müşterileri böyle izliyorsunuz?”
“Ya abi, buradan yiyecek götürmek yasak odaya, özellikle bazı Rus turistler yemek götürmeye çalışıyorlar odaya. Burada istediği kadar yiyebilir, ama odaya götürmek yasak o nedenle.”
O gece o Hotel’deki son gecemdi. Akşam yemeğinden sonra odama çıktım. Balkona oturdum bir bira açtım ve sigara da yaktım, düşünmeye başladım.
Hayatın içinde gidebileceğimiz ne kadar çok yol vardı aslında, ama yalnızca bir yolda olabiliyorduk. Diğer binlerce yola uzaktan bakmakla yetiniyorduk. Bir anlık ya da bilinçli bir tercih bizi bir yola sokuyor ve o yoldaki insanlar, diğer yollardan daha farklı oluyordu. İnsanlarla kesişme noktalarımız ve zamanlarımız vardı.
Gökyüzü açıktı o gece, yıldızlı bir geceydi. Uzaklarda yıldızlar parlayıp sönüyordu. İşte insanlar da bizim için aynen böyleydi. İlişkilerimiz bir anlık yıldızların yanıp sönmesi gibiydi. Işık hızla sönüyor ve herkes yoluna gidiyordu; bir daha büyük olasılıkla hayatının sonuna dek karşılaşmayacağın ne çok insan vardı. Senden bir parçayı da götürüyorlardı. Tanıdığımız herkeste bir parçamız kalıyordu.
Tekrar müzik dinlemeye başladım sakince geceye ve yıldızlara bakarak. Her şeye rağmen hayat güzeldi ve yaşamaya değer diye düşünüyordum. Edip Akbayram’ın “Dün ve Bugün” adlı kaseti vardı walkman’in içinde:
“Yapraklara dallara
Yapraklara dallara
Yeşillere allara
Yeşillere allara
Nice nice yıllara gülüm
Nice nice yıllara
Nice nice yıllara gülüm
Nice nice yıllara”
Sürecek…
Erol Anar