Kaybolduğun Yerde Bulacaksın Kendini

Kaybolduğun Yerde Bulacaksın Kendini

“Hayata ilişkin sorularıma cevap arayışlarımda, ormanda kaybolmuş bir adamın hissedebileceklerini hissettim."
Tolstoy
“İtiraflarım

En çok korktuğumuz şeylerden birisi de kaybolmaktır. Birisinin içinde kaybolmaktan çok korkarız, aynı şekilde kendi içimizde de. Bu nedenle ne kendi içimize bir yolculuğa çıkar, ne de başkasının iç dünyasını keşfetmeye çalışırız. Çoğunlukla yaptığımız, kişilerin sözleri ve davranışları üzerinden tavır ve düşünce belirlemektir.

Bir sokakta kaybolmaktan bile çok korkar, yüz kez adres sorarız. Yabancı bir ülkede kaybolmak da korkutur bizi. Ormanda, dağda, vadide, yolda kaybolmak bizi ürkütür.

İçinde kaybolduğumuz insanlardan hızla uzaklaşırız. Oysa bir insanı tanımak istiyorsak, onun iç dünyasında kaybolmalıyız.

Hayatta para, iktidar, kariyer vs… çok şeyi ararız ve onların peşinden gideriz de, kendi içimizde kaybolmaktan korktuğumuz için kendimizi asla aramayız. Kendimize yabancı olarak yaşar ve ölürüz.

Belki de aradığımız ya da arıyorsak yanıt şudur: Bir şeyleri bulmak için, önce kaybolmak gerekir.  Çünkü orada o zamana dek görmediğin şeyleri görecek, yeni bir insan olacaksın belki de. Önce kaybolup tanımadığımız sokaklarda, ya da kendi içimizde bize yabancı gelen vadilerde, ormanlarda gezinip, içimizdeki çölü aşıp suya, hakikate ulaşacağız, kim bilir…

Kaybolmayı göze almayan, yabancı sokakları tanıyamaz.

“Kaybolmak istemiştim bir zamanlar.
Kapının arkasında yokum demiştim
ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
beni kimse bulamazdı“

diyor “Ah’lar Ağacı” adlı yapıtında Didem Madak.

Kaybolmak isteriz de çoğu zaman, bunu çoğunlukla yapmayız, yapamayız. Geride bırakarak kaybedeceklerimizden korkarız belki. Kaybolmak düşüncesi ürkünçlük verir ruhumuza; bir bilinmeze, sisin içine girmek, önünü görememek gibi. Bulunduğumuz yerde mutsuz olmayı yeğleriz bu yüzden. Risk almaktan korkarız. Oysa gerçekte kaybedeceğimiz bir şey yoktur, bunun farkına bile varamayız çoğu zaman.

Hayat bir masal değildir elbette, oysa masallarda bütün güzel şeyler uzaklara gidip kaybolanların başlarına gelir. Keşke bir masal olsaydı hayat. Gemici Sinbad’ı yedi kez uzak denizlerde kaybolmaya iten şey neydi?

Kimsenin bizi bulamayacağı bir yere gitmek, yaşamı boyunca bir yabancı olmak ve öyle kalabilmek kötü değildi oysa. Kapının arkasından, ya da divanın altından çıkmıyoruz çoğunlukla ama.

“Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir… Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent o aynı kişiye yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.” [1]

Öncelikle aslında doğru yolu bulmak için, “doğru yol”un ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Doğru yol, kişiden kişiye değişebilir. Ve doğru yolu bilmek de yetmez. Onun içinde kaybolmak ve sonsuza uzanan bir yürüyüşe başlamak gerekir. Çoğu insan ise labirenti geçmeye hiç enerji harcamaz. Labirentin duvarlarını boyar, kendisini kandırarak korkakça bir ömrü tamamlar ve göçer gider. Hiç risk almak istemez, ama en büyük risk olan ölümden kaçamaz. Geride ne bırakır: Hiçbir şey… Ne bir iz, ne bir nefes; duvarların gölgesinden yaşanmış silik bir hayat sadece.

Hayatı yalnızca içindeki arayışı, dış dünyadaki arayışıyla birleştirebilen insanlar keşfeder.

Hayat bir masal değildir belki demiştim, ama bazı insanlar hayatı bir masalmış gibi yaşarlar.

Erol Anar

Paraná


[1] Hans Magnus Enzensberger: Çağdaş Edebiyatta Topolojik Yapılar. Akt: Görünmez Kentler, İtalo Calvino, YKY Yayınları, İstanbul, sayfa 36.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!