O zamandan bu zamana köprülerin altından çok sular aktı. Ben şunu anladım ki, insanın kendi kendisini yetiştirmesi ve her şeyi sorgulaması gerekiyor. Ve bunu özgür bir biçimde yapması gerekiyor insanın, içinden istek duyarak, hayatına bir yön vererek yapması, başkalarının etkisi altında kalmadan. Hiç kimseyi insanın gözünde büyütmemesi, yukarı koymaması gerekiyor.
Taşradan yani Havza’dan, Samsun’dan Ankara’ya gittiğimde edebiyat ve sanat bilgisinin dışında bir birikimim yoktu. İdeolojik ve siyasal birikimim sadece kulaktan dolma ve tek tük bazı kitapları okumaktan ibaret idi. Kendimi bu anlamda yetersiz görüyordum; ama 12 yaşından beri sanat tarihi ansiklopedileri, kitapları okuyan, klasik romanlarla büyüyen bir insan olarak edebiyat ve sanat bilgim ise o tarihe göre iyi sayılırdı birikim anlamında. Daha ortaokul bitmeden bilinen dünya klasiklerinin çoğunu okumuştum edebiyat anlamında. Tabii o zamanlar isimlerini duyduğumuz ünlü, siyasal birikime sahip olduğunu düşündüğümüz insanlar vardı. Bunlar büyük kentlerde yetişmişlerdi. Bazı solcu yazarlar, şairler, hapisten çıkmış devrimciler. Ankara İHD’den (İnsan Hakları Derneği) hepsi gelip geçiyordu bir şekilde. Bir süre sonra ben o kendini yetersiz bulan taşralı genç, etrafıma bir baktım dedim ki kendi kendime: Ben bunlardan aşağı değilim.
O gözümüzde büyüttüğümüz bazı şair ve yazarların birikimlerinin hiç de sandığımız kadar derin olmadığını, yüzeysel olduğunu gördüm, çoğunun en azından. Çoğu değil kitap, gazete bile okumuyordu doğru dürüst. Ve özellikle edebiyat ve sanat tarihi alanında ise sanat anlamında onlardan çok daha ileri sayılırdım. En azından kendi çevremde.
Daha sonra kendi yetersiz olduğum alanları tespit ettim: Özellikle sosyoloji, felsefe, tarih ve ideoloji ile ilgili kitaplar okumaya başladım. Muzaffer İlhan Erdost’un kitabevinde taksit açmıştım. Taksitle kitap alıyordum. Buradan her ay taksitle kitap alıyor ve ay sonunda taksidi ödüyordum Muzaffer abi ile birlikte İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi’nde çalışıyorduk. Benim resim ve karikatür çalışmalarımı destekliyor, teşvik ediyordu. Kendisi de akrilik resimler yapıyordu. Kendi kendine bir gelişim, bir kendini yetiştirme eylemine giriştim. Birçok kitaplar alıyordum, yutar gibi onları okuyordum. Ansiklopediler alıyordum, onları okuyordum durmadan. Bu dönemlerde yavaş yavaş notlar almaya ve yazılar yazmaya başladım. Bu sürecin sonunda yazı yazmak için tekrar araştırma, öğrenme süreçleri oldu ve böyle böyle yıllar geldi geçti, 30 yıl yaklaşık.
Aslında iki aşama vardı. İlkin bize gösterilen biçimde ve gösterilen yoldan öğrendim. Kitaplar okudum. Özellikle Marksist kitaplar. Fakat daha sonra bir şeylerin yanlış olduğunu düşündüm kendi açımdan. Yanlışlığın şurada olduğunu gördüm, reel sosyalizmi sorgulamaya başladığımda: Gerçek Sosyalizm köleleştirmezdi, aksine özgürleştirmesi gerekirdi. Başka bir sosyalizm anlayışına ihtiyaç vardı: Özgürlükçü sosyalizm. İşte o anlamda Anarşist filozfları okumaya başladım.
Ve farklı, o zamana kadar bize sözü edilmeyen, kitaplar değişik bakış açıları okumaya başladım. Bakuninler, Foucaultlar, Proudhonlar, Kropotkinler, Emma Goldmanlar, Alexander Berkmanlar, Chomskyler… Bunları yıllar içinde okuyunca taşlar yerli yerine oturmaya başladı kendi anlamımda.
Bir noktadan diğer bir noktaya ulaşan kısa bir yol var mutlaka. Ama bazen insanın bir şeyleri anlayabilmesi için dolaşarak daha uzun yoldan gitmesi gerekiyor. Benimki de öyle oldu.
Bir de şunu gördüm. Reel sosyalizm yıkılmıştı, ama hala hiç eleştiren, sorgulayan yoktu çok fazla. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi insanlar, aynı düşünceler, aynı davranış biçimleri ve aynı sözler. Hiçbir sorgulama yoktu. Ben kendi anlamımda sorgulamaya başladım yavaş yavaş.
O ana kadar bütün öğrediklerimin tek yanlı, tek taraflı bakış açısı olduğunun farkına vardım. Benim için ekmekten önce gelen şey özgürlük idi. Yoksa kölelikten başka bir şey getirmezdi sistem. Bu doğrultuda daha geniş bir perspektifle yeni kitaplar, yeni bakış açıları öneren, yazan kitaplar okumaya başladım. Kendi kendime keşiflere çıktım. Hâlâ o keşfim devam ediyor.
O zamandan bu zamana köprülerin altından çok sular aktı. Ben şunu anladım ki, insanın kendi kendisini yetiştirmesi ve her şeyi sorgulaması gerekiyor. Ve bunu özgür bir biçimde yapması gerekiyor insanın, içinden istek duyarak, hayatına bir yön vererek yapması, başkalarının etkisi altında kalmadan. Hiç kimseyi insanın gözünde büyütmemesi, yukarı koymaması gerekiyor.
Peki şimdi yeterli olduğumu düşünüyor muyum? Hayır, tam tersine Sokrates’in dediği noktaya geliyor insan. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim.”
Ve öğreniyorum sürekli; öğrenmek, araştırmak, sorgulamak ve hayatın sürekli öğrencisi olmak, öğretmeni değil. Kimseye bir şey öğretmek için değil, kendi düşüncelerimi paylaşmak için yazıyorum. Ve şunu da anlıyor insan uzun yıllar sonunda: Hiç kimse yeterli birikime sahip değil ve de olamaz. Bakmayın siz bazılarının öyle göründüğüne. Bilgi o kadar geniş ve sınırsız ki, sadece birkaç gram alabiliyoruz ondan. Dolayısıyla biz yüzde bir bile değiliz. Esas birikim şudur: Araştırmak, ölene kadar sorgulamak ve öğrenmek.Aynı bilgileri hiç geliştirmeden çevire çevire tekrar etmek değil; yeni bilgilere, yeni yorumlara ve çağın özünü yakalayan açıklamalara ulaşmak. İşte en önemli birikim bu, bunun dışında hiçbir birikimimiz yok. Kendi kendini yetiştiren bir insan olarak, kimseye minnet borcum yok. Bu yetiştirme kendi yolunu kendisi bulmuş anlamındadır, ve o sonsuzluğa uzanan bir yolda yapabildiğim ölçüde daha da daha da kendimi geliştirmek; amacım budur. Benim öğrendiğim en önemli şey budur son 30 yıllık hayatımda.
Bir uzun yolculuktayım, bilgi ve keşif sonsuz, hayat kısa. Tek tabanca, ölene dek bu yoldayım.
Erol Anar
1 Temmuz 2019
Paraná- Brezilya
Bu yazı entelektüel kaygısı olan birinin birikim sağlama anlamında, gerek gerçek manada entelektüel olan ve gerekse öyle görünen kişileri nasıl değerlendirmek gerektiğini ve entelektüel birikim için gerekli çabanın metodolojik yönetimini çok açık ve sade olarak anlatıyor.
Okunmasını ilgilenen veya böyle bir amacı olan herkese tavsiye ediyorum.
Çok teşekkürler Erol Anar.