Kendini Arayan İnsan Kendine Göçebedir

Kendini Arayan İnsan Kendine Göçebedir

Neden kendimizi bir ulusa, dine, partiye, ideolojiye, gruba, çevreye v.s. ait olarak hissediyoruz da, kendi kendimize ait olarak hissetmiyoruz? Kendimizi her şeye ait hissediyoruz; sadece kendimize ait hissetmiyoruz. Bu da bizim büyük trajedimizdir, çoğu zaman farkına bile varmadığımız.

Bu nedenle içsel değil, dışsal etkenlerin kölesiyiz. Bunun yanıtı Stirner’in söz ettiği “tüm varlığım ve varoluşum” dediği kendi olmak kavramında gizlidir. Eğer kendimizi kendimizden önce, kendimizin dışında bir kavrama ait hissediyorsak, kendi benliğimizin yok edilmesine, ayaklar altında çiğnenmesine de razıyız demektir. Kendini kendine ait hissetmek, kendini bir ulusa, dine, partiye, ideolojiye v.s. ait hissetmek değildir. Aksine insanı köleleştiren tüm bu bağlardan sıyrılarak öze varma, kendilik bilincine, özgürlüğüne erişme çabasıdır. İnsan olmaktan da öte, bir canlılık bilinci, ekolojik bilince ulaşmaktır.

Bu noktada kültürleri, farklılıkları reddetmiyorum. Yalnızca ulusal aidiyetin sınırlılığından kurtularak bölgesel kültürlerin önemine ulaşmaya çalışıyorum. Hiçbir sınırın olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Herkes kendi kültürünü yaşar, bir ulusal aidiyet hissetmek zorunda değildir. Ulus yeni, modern ve sınırlayıcı bir kavramdır, ama halklar öteden beri vardır.

Her insan, her toplum, her halk kendi kültürel kimliğini özgürce yaşayabilmeli, ama bunu yaparken ulusların ve toprağın sınırlayıcılığından kurtulması gerekir insanlığın artık diye düşünüyorum.

Sen kendin olarak, kendinde yoksan; kendin olarak kendi öz benliğinin bilincinde değilsen, kendini bir dinsel, bir ulusal ya da ideolojik kimlikte ifade etmenin hiçbir önemi kalmaz. Önce ben olmayan, kendi olmayan, biz olamaz. O olsa olsa çoğunluğa iltica eder ve onun sıradan bir vidası olur; bütünün hiçbir özgünlüğü olmayan bir parçasına dönüşür. Kendin olmadıktan sonra, bir ulusa, dine, ideolojiye, partiye ait olsan ne olur! Çünkü sen kendin değil, başka birisin artık; bütün bu saydıklarımın istediği kişisin, ama kendin değilsin.

Bütün bunlar ikincildir. Bir insan, bir varlık, bir canlı olarak kendi varlığımızı hissetmemiz  gerekir; bütün bu ikincil kimliklerden önce. Aksine bu kimlikler, insanın kendi olma bilincini engellemektedir çoğunlukla da. Yani kendi öz varlığımızın bilincine varmamız gerekir, her şeyden önce.

İkincil kimliklerimiz, (din, ideoloji, ulus vs…) bizim birincil kendi öz kimliğimizden kaçışımızın araçlarıdır.

İnsanın kendisi olabilmesi, kendi özüne ulaşmasının aracı, onun kendisini bir ulusa, dine, inanca ya da ideolojiye ait hissetmesinden geçmez. Tersine kendisini öncelikle hiçbir yere ve hiçbir şeye ait hissetmemelidir, eğer kendi özüne ulaşmak istiyorsa.

Bu noktada belki de şunu yapmam gerekir: Sen bir şeye ait olma, bırak bir şey sana ait olsun. O da senin izin verdiğin kadar.

Yani bir anlamda Deleuze’ün öne sürdüğü gibi kendini yersiz yurtsuzlaştırmalıdır insan.

Ondan sonra kendi varlığını, varlığının anlamını Evren’in bir parçası atomlar bütünü, bir canlı , bir insan , bir kültür sahibi olarak kendi anlamını sorgulamalıdır. Yani önce kendi özünden yola çıkmalıdır çırılçıplak olarak. Herhangi bir ulusa, dine, ideolojiye ya da herhangi dışsal bir kavrama aidiyet hissederek değil. Bütün bu dışsal etkenler talidir, insanın kendi özüne varma ulaşma çabasının yanında. Ve onu kendi saf özüne götürmez, aksine dediğim gibi ondan uzaklaştırırlar.

Yani önce kendin ol, ondan sonra ne olursan ol! Kendini nasıl hissedersin hisset! Kimlikleri bir kaçış noktası olarak düşünme! Ne olursan ol, ama kendin ol!

Şunu unutmayalım insan kendi olmadıktan sonra hiçbir şey olamaz. Ancak kendisini kandırır.

Foucault şöyle der: “Üretken olanın gelecek değil, göçebe olduğunu kabul edin.”[1]

Bunu şöyle de çevirebiliriz bence: Kendini tanımanın yerleşiklik değil, göçebe olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü insanlığı doğuran göçebe kültürüdür en başta.

Aslında insan hiçlikten bir varlığa ulaşan ve oradan tekrar hiçliğe dönen bir göçebedir.

İnsan hiçliğin boşluğuyla, varlığının doluluğu arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Varlığını hissettiği an, hiçliği de hisseder diğer yanıyla.

“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.”[2]

İşte Fernando Pessoa’nın olduğu şeyle olmadığı şey arasında bir boşluktan başka bir şey olmadığı iddiası; insanın olduğu şeyle, aslında olduğunu sandığı arasındaki boşluktur da aynı zamanda. İnsan olduğu şey değildir, çünkü öyle görünmez diğerlerine, farklı görünmek ister. Hayatı boyunca olduğu şeyden farklı davranır. İnsan olmak istediği şey de değildir. İnsan olduğu şey, ya da olmak istediği şey değilse nedir o zaman? İşte o, Pessoa’nın dediği gibi bir boşluktur, ama onun düşündüğünden daha kapsamlı, daha geniş bir boşluktur.

İşte bu nedenle ömrümüz aslında boşlukta geçer. Boşluktan doğmuş ve boşluğa giden bir hayat. Aslında anlamı yok, ama biz ona biraz anlam katmaya çalışıyoruz. Bu da boş özünde belki, çünkü ne kadar anlamlandırmaya çalışsak da gideceğimiz yer boşluk, ve hiçlik.

Olduğumuzu düşündüğümüz şey biz değiliz. Ama hep olduğumuzu düşündüğümüz şeyin olduğumuz şey olduğuna inanırız.

“Kendimi arıyorum, bulamıyorum. Kasımpatı saatlere, gergin vazoların belirgin çizgilerine aidim ben.”[3]

Neyim ben gerçekte? Bir insan, bir ulusa ait bir kişi, bir meslek sahibi, ya da herhangi bir aidiyetten mi ibaretim? Doğaya mı aitim, dünyaya mı, evrene belki, oluştuğum yıldız tozlarına mı yoksa? Kimiz biz gerçekte, nereye aitiz? Bütün bunları bilmiyorum, ama bildiğim tek şey şu: Ait olduğumuzu düşündüğümüz şeylere ait değiliz biz. Bir bayrağın altına gizleniyoruz, bir kalabalığa, gruba, çevreye sığınıp kimlik arıyoruz sürekli. Hiçbir kimlik tatmin etmiyor oysa bizi. Tatmin olmuş gibi davransak, rol yapsak da.

“Hepimiz sahtekâr olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz.”[4]
diyor Cioran.

Şöyle bir toplumsal rollerimizi düşünürsek, son derece önemli bir tespittir bu. İşte bu ikincil kimliklerimizdir bizi sahteleştiren aslında. Çünkü ikincil kimliklerimizi çoğu zaman, kendi öz kimliğimizin önüne koyuyoruz. Hep rol yapıyor ve birbirimize sahtekâ rca tahammül ediyoruz. Bu rol ve sahtekârlık bizi öz kendimizden uzaklaştırıyor, yabancılaştırıyor.  Bazen güçlü olduğumuzu hissettiğimizde karşıdaki kişiyi eziyoruz, kendimizi güçsüz hissettiğimizde ise boyun eğiyoruz. Bütün bunları en küçük bir samimiyet taşımadan işyerinde, evde, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizde uyguluyoruz. Eğer bu sahte ilişkiler ve davranış biçimlerimiz olmasaydı, belki de kendimizi daha fazla tanıma şansımız olurdu, başkalarını da.

Önce kendim olmalıyım, bütün bunlardan önce. Asıl zor olan budur ve hep yapmaktan kaçındığımızdır.

Erol Anar


[1] Saul Newman: Bakunin’den Lacan’a, Ayrıntı Yayınları,  Birinci basım 2006, İstanbul, sayfa 169.

[2] Fernando Pessoa: “Huzursuzluğun Kitabı”, Can Yayınları, 10. Basım, Aralık 2013, İstanbul, epub, sayfa 204.

[3] Fernando Pessoa, age, sayfa 134.

[4] E. M. Cioran: “Çürümenin Kitabı”, Metis Yayınları, 4. Basım: Kasım 2013, İstanbul, sayfa 102.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!