Karga Çığlıkları

Karga Çığlıkları

Bizler orada ırmak kenarında sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik. Bize akşam olduğunu, hava daha tam kararmadan sürü halinde uzaklara doğru uçan ve kim bilir nereye giden kargalar haber verirdi. “Gaaaak!”,  “gaaaaak!” diye o boğazlarından taşan keskin sesleriyle çığlık çığlığa bağırarak uzaklaşırlardı. İşte o zaman akşam olduğunun farkına varırdık. Çünkü kargalar bir sabahları çok erkenden, bir de akşamları birlikte sürü halinde uçarlardı genellikle. Akşamları Teşvikiye tarafına doğru uçarlardı. Sanırım oralarda bir yerde yuvaları ve onları bekleyen yavruları vardı.

Kavak ağaçları da tıpkı ırmağın suyu gibi birden kararıverirdi ve suyu üzerindeki birkaç yakamozdan ayırt ederdik yalnızca. İşte o zaman eve gitme vaktinin geldiğini bilirdik ve herkes kendi evine doğru yola çıkardı diğerleriyle vedalaşıp.

Uzaklarda lacivert göğün uzaklarında, ufuk çizgisine yakın belli belirsiz seçilen bulutlara bakardık.

Sinanlar hemen Cebeci’nin bahçesinin yanındaki ana yol kenarındaki apartmanda yaşarlardı, birkaç yıl orada yaşadılar. Komşuları ise ünlü Dondurmacı Osman abi idi.

Sinan’ın babası Musa enişte uzun yol tanker şoförü idi. Bu nedenle evin deposunda kamyon şambrelleri olurdu. Biz ona “şamyel” derdik. İşte o şambrellerle bazen ırmakta yolculuğa çıkardık. Uzaklara giderdik bazen. Elimizde kuş lastik, şambrelin üstünde, yılan arardık. Elimizi bir kürek gibi kullanır ve şambrelin üzerinde öyle ileriye doğru ilerler, sessizce ırmağın kenarına bakardık pür dikkat, bir yılan görebilmek için. Yılanlar güneşlenmeye çıkarlardı bazen kıyıya ya da kıyıya yakın yerlere. Ben yılan avından çok işin macera kısmından zevk alırdım. Sinan, Paşa, ben ve bazen Sedat da olurdu bazen bu yolculukta. Bize elimizdeki kuş lastik ile yılanlara isabet ettirmeye çalışırdık. Yaramaz çocuklardık yani.

Çoğu zaman yılanı boşverir, öyle doğanın içinde kızgın güneşin altında ama serin bir şekilde ağır ağır ilerlerdik ırmakta, yolculuk ederdik. İnanılmaz özgür hissediyorduk kendimizi. Çocuk ruhlarımız özgürdü.

“Aha yılan!” diye bağırırdı içimizden birisi apansız.

Sonra da cümleyi  hep birlikte tamamlardık: “Vallahi billahi yalan!”

Bazen “su köpeği” dediğimiz bir hayvan görürdük. Bu su köpekleri, ırmağın altındaki yarı açık inlerde yaşarlar ve nefes almaya çıkarlardı. Bazen kendilerini kıyıda çalıların altlarında gizlerlerdi.

 ***

Lisede edebiyat bölümündeydim. Sınıfımızda yaklaşık 50 öğrenci vardı. Ben sınıfın kapı tarafında önden ikinci sırada, Yusuf ve Nejdet ile birlikte otururdum. Yusuf’a “James’in oğlu” derdik. Bu da bir dersteki James Watt ile ilgili bir konudan dolayı çıkmıştı. Bizim önümüzdeki sırada hemen benim ön tarafımda sarı Erhan ile Nedim otururdu. Ve de ortalarında da Aygeroğlu. Nedim ince ve kısa boylu, esmer bir çocuktu. İmaret mahallesinde otururdu. 15-16 yaşlarındaydık. Nedim, yetişkin ve kısır bir kadınla ilişkisi olduğunu anlatır, bununla övünürdü.

Sarı Erhan ise adı üstünde sarışın, yeşil gözlü bir çocuktu. Babasının yukarı
çarşıda bir terzi dükkânı vardı. Erhan’ın gözü ise ne baba mesleğinde, ne de
okuldaydı. Lise birinci sınıftan sonra okulu terk ederek, İstanbul’a bir fabrikada çalışmaya gitmişti. Ne fabrikası olduğunu hatırlamıyorum, ama dediğine göre büyük bir fabrikada iş bulmuştu.
Sarı Erhan belden aşağı muhabbete ve yalaklığa düşkündü biraz. İşi gücü
müstehcen şeyler anlatıp, yalaklık yapmaktı. Piçti biraz o anlamda. Hep belden aşağı espriler yapardı, İyi bir çocuktu bunun dışında.

Aygeroğlu ise okuldan sonra dayısının kırtasiye dükkânına giderdi çalışmaya. Dayısı bizim mahalleden Ömer abi idi. (Kayacan). Kasabanın en seçkin kırtasiye dükkânı burası idi.

Dersten sonra Erhan, Aygeroğlu ve ben, tren yolundan aşağıya, sigaramızı içerek ve sohbet ederek dörtyola doğru yürürdük. Onlar dörtyoldan yukarı çarşıya devam ederler, bense Aşağı Mahalle’ye.

***

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı asagi-mahalle-2-3-644x362.jpg

Bir gün öğleden sonra işte bu Cebeci’nin bahçesinde, kendi yaktığımız ateşte et kızartıyorduk.
Birkaç da bira almıştık. Öyle ırmak kenarında keyif yapıyorduk.

Birden bu Sarı Erhan göründü. Kasabada sorup soruşturup, sonunda izimizi bulmuştu. Sanırım o gün Paşa, Sinan, ben, Metin, Sedat vardık orada.

Hoş geldin faslından sonra, orada oturduk ateşin kenarında. Bu anlatmaya başladı:

“Moruk, bir fabrikada iş buldum, İstanbul’da iş çok. Büyük bir fabrika. Çok kız var çalışan fabrikada.”

“Nerede kalıyorsun İstanbul’da?” diye sorduk.

“Ya bir akrabamın yanında kalıyorum. Aslında pek rahat değilim, yakında fabrikada çalışan bir bekâr arkadaşla ortak bir ev tutacağız, bakalım.” dedi.

Sigarasından bir nefes çekerek havaya doğru yavaşça üfledi ve sözlerini sürdürdü:

“Bir kız vardı, kumral saçlarını at kuyruğu şeklinde bağlıyordu. Vücudu, yüzü güzel. Yemyeşil gözleri vardı. Benim boyumda aşağı yukarı. Onunla kesişiyordum. Neyse bir gün öğle paydosunda yanına gittim. Kıza ondan hoşlandığımı söyledim. Kız böyle tepeden bir şekilde beni süzdü. Sanki beğenmemiş gibi. Ama bir yandan da ilgiliydi.

“Benim sevgilim var.” dedi. İşte anlattı bana, bir ayrılıp bir barışıyorlarmış falan filan. Sevgilisi dolmuş şoförüymüş.

Neyse yapacak bir şey yok, diye düşündüm, ve kızla bir daha ilgilenmemeye başladım. Bunun bir de kız kardeşi vardı 17-18 yaşlarında. Bir gün o yanıma geldi öğle paydosunda.

‘Ablama arkadaşlık teklif ettiğini biliyorum.” dedi. “Boşver onu, sıkıntılı bir insandır. Ben senden hoşlanıyorum uzaktan uzağa.’ dedi.

Biz pür dikkat Erhan’ı dinliyorduk, o da bunun farkına varmış konuşmaktan, anlatmaktan keyif alıyordu. Et kızartması yedikten sonra,  mısır da kızartmaya başladık ateşte. Cebeci’nin bahçedeki mısır tarlasının hemen yanındaydık zaten. Akşam olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Biralarımızı yudumluyor ve sigara içiyorduk bir yandan da.
Ortalığı keskin bir mısır kokusu sarmıştı.
Allahtan tarlanın sahibi köylü kadın ortada yoktu. Köye gitmiş olmalıydı, yoksa gelir kavga çıkarırdı mutlaka.

Erhan yavaş bir tempoyla anlatmayı sürdürüyordu:

“Bu da ablası gibi güzeldi. Kızla öpüşüyoruz kıyıda köşede arada bir. Sevişmek istiyorum, ama fırsat ve yer yok.  Fabrikanın arka tarafında kullanılmayan bir depo gibi yer vardı. Oranın kapısının kilidini açtım önceden, sanki kilitliymiş gibi yine yerine taktım. Bir gün sabah kız ise
geldiğinde ona işaret ettim beni takip etmesi için daha sonra. Öğle paydosunda kızı depoya götürdüm ve orada seviştik.”

“Siktir lan,” dedik buna, “yalan atma!”

“Anam avradım olsun yalan söylüyorsam.” dedi Sarı Erhan gülerek.

Böyle gülerek, yiyerek içerek sohbet ettik o gün. Sonra Sarı Erhan kayıplara karıştı.  Biz de Havza’yı terk etmiştik. Herkes bir yerlere dağıldı. Böylelikle ondan bir daha haber alamadık.

O gün kargalar sürü halinde tekrar çığlık çığlığa yuvalarına dönerken, biz de ateşi söndürüp evlerimize doğru yola koyulduk. Tarladaki mısırlar artık karanlık silüetlere dönüşmüştü, geceye yalnızca karga çığlıkları eşlik ediyordu.

Ve biz mutluyduk.

 Erol Anar

“Aşaǧı Mahalle” başlıklı henüz yayınlanmayan kitabımdan…
Copyright © 2019 erol anar. Bütün hakları saklıdır.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!