O günden bu yana ırmaklar kuruyor, ormanlar kesiliyor ve doğanın dengesi bozuluyor. Bunun karşılığında kapitalist gelişmiş toplumlarda yaşayan insanların kazandığı ise “prozac toplumu” oluyor.
“Doğa neyi, ne zaman yapacağımızı bize hiç sormaz; onu hayalimizde canlandırdığımız gibi değil, gerçekte olduğu için kabul etmeliyiz; bir çizelge, bir takvim, hatta bir imbik peşindeysek, bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktur! Böyle yapmasak bile, bize kendini nasıl olsa kabul ettirir.”[1] der Dostoyevski “Yeraltından Notlar”da.
Önce modern, sonra postmodern yaşamla birlikte giderek doğaya yabancılaşan ve onu tahrip eden, insan doğayı olduğu gibi kabul etmedi. Onu reddetti ve istediği gibi dönüştürmeye, sömürmeye ve yok etmeye yöneldi. Kapitalizm için doğa yalnızca finansa çevrilebilecek bir yerdir. Bunun için çokuluslu şirketler Amazon ormanlarını yağmalamakta ve ormanları keserek, yakarak tarım alanları açmakta, siyanürle altın arayarak doğayı tahrip etmektedirler. Doğanın tek başına hiçbir anlamı yoktur, finansa çevrilmediği sürece kapitalizm için. Aç gözlü insanlar yaratır. Bu sistem, Amazon ormanlarının içinde doğayla uyum içinde yaşayan yerli halkları da tedirgin etmekte, onların doğal yaşam biçimine tehdit oluşturmaktadır. Örneğin Yanomami halkı, Amazon ormanlarında doğal ortamda yaşayan bir halktır. Şirket yöntecilerinin yönlendirmesiyle kaçak odun kesicileri, altın arayıcıları ile mücadele etmektedirler güçlerinin yettiğince, elbette başa çıkmamaktadırlar.
Dostoyevski’nin yukarıdaki alıntıda dediği gibi, aslında doğayı gerçekte olduğu gibi kabul etseydik, kandi habitatımızda ve flora ve fauna içinde doğal, uyumlu bir yaşam sürseydik, bugün hem huzura hem de mutluluğa, barışa daha yakın olur, kendimize ve çevremize de yabancılaşmazdık bu kadar. İnsan doğayı bozmasının bedelini, yabancılaşma ile ödemiştir. Bu en büyük acısıdır insanın. Belki de doğada kendisine ve çevresine yabancılaşan tek türdür insan.
Yine aynı yapıtında Dostoyevski, “Bundan başka, insanlar, yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğü, yaptıkları her şeyin isteklerine göre değil, bu yasalara göre oluşturduğu gerçeğini öğreneceklerdir.”[2] der.
Ama bunu öğrendiğinde çok geçtir insan için belki de. Doğa yasalarıyla uyumsuz olan insanlık, giderek kendini insan yapan özelliklerinden de uzaklaşmakta, kendini olduğu gibi doğayı ve her şeyi bozmaktadır. Hırsla, büyük bir tatminsizlikle, saldırdığı doğayı tahrip ettiğinden kazandığı tek şeyin yabancılaşma, huzursuzluk, tatminsizlik olduğunu da bir gün anlayacaktır. Ama o gün çok geç olacaktır. Bu da işte yine doğa ile uyum içinde yaşayan ama soykırıma uğrayan Kuzay Amerika Yerlilerin dediği şeydir tam olarak:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
O günden bu yana ırmaklar kuruyor, ormanlar kesiliyor ve doğanın dengesi bozuluyor. Bunun karşılığında kapitalist gelişmiş toplumlarda yaşayan insanların kazandığı ise “prozac toplumu” oluyor.
Postmodern insanın doğadan uzaklaştıkça kazandığı şey yabancılaşma ile birlikte giderek artan bir depresyondur.
“Bazen alnımda bir DİKKAT KIRILABİLİR işareti yapışık olarak ortalıkta dolaşmak istiyorum.” der, Elizabeth Wurtzel.[3]
Aslında çoktan kırılmıştır insan; doğadan ne kadar uzaklaşırsa o kadar da cam krikkları içindedir, kendi kırıklarıdır bu, kendi doğal dünyasının çatlaklarından dökülen cam kırıkları.
***
İçinde hâlâ yaşayan bir çocuk var mı? İçindeki çocuğu parayla, kariyerle, başkalarının üzerinde iktidar kurma hırsıyla ve ünlü olma isteğiyle değiştin sen. O çocuk hâlâ içinde yaşıyorsa bile, onu ruhunun en karanlık noktasına gömdün, demir parmaklıklar ardına hapsettin. Sesini duymuyorsun çoktandır onun. Belki de o karanlıkta ölüp gitmiştir çoktan kim bilir…
Oysa çamurdan, tozdan gelmiştin sen; beton gri şehirlere hapsettiler ürkek ruhunu. Kapısından girmeden önce kentin, çocukluğunu kapıya bir elbise gibi çıkarıp astın sen. Kapitalizme sattın sen ruhunu. Önce doğayı yitirdin, sonra içindeki çocuğu ve ruhunu peşinden kaçınılmaz olarak.
Her şey doğadaydı, sırtını döndüğün yerde. Bilmiyordun belki, öğrendiğinde ise çok geçti artık. Çocukluğunu gömdüğün gün öldün sen aslında. Nefes alan bir makinesin çoktandır. Ağaçlara. çiçeklere, kuşlara ve ırmaklara yabancı bir makine.
Sen anlarını kaçırdın. Yaşaman gerekenleri yaşamadın. Eğer içindeki çocuğu gömmeseydin ruhunun en karanlık noktasına, yaşayacaktın yaşaman gereken anları da…
O çocuk toprağa dokunurdu çıplak ayak yürüyerek oysa. Yaşam elektriği, enerjisi alırdı topraktan, rüzgârı yüzünde, bedeninde hissederdi. Çamurun üzerinde yürürdü çıplak ayağıyla o çocuk. Gözü bağlı olsa bile, ayak derisiyle görür, hissederdi. O çocuk sendin bir zamanlar, kendine gömdüğün sen.
Şimdi ellerinde eksik bir hayat, içinde ölmüş bir çocuk ve yabancılaşmış ruhsuz bir beden, cebinde kredi kartları. Kendi bedeninin sürgünüsün sen artık, kendi bedeninin tabutu. Kendi bedenindir artık senin mezarın…
Erol Anar
2 Haziran 2018
Paraná
[1] Dostoyevski: Yeraltından Notlar, Iletişim Yayınları, 14. Baskı 2007, İstanbul, sayfa 42.
[2] Age, sayfa 39.
[3] Elizabeth Wurtzel: Prozac Toplumu.