ABD’de yaşayanlar Seven Eleven’ı iyi bilirler. Burası yirmi dört saat açık mini markettir: Sütten, ekmeğe, sigaradan kahveye birçok temel ihtiyaçlarınızı satın alabilirsiniz.
Yıllar önce İngilizce kursu görmek amacıyla, bankadan kredi de çekerek kendi olanaklarımla altı aylığına Washington D.C. ve Virginia’ya gitmiştim. Ȍnce birkaç gün Kürt gazeteci arkadaşım Birusk’un evinde kaldım. Birusk’un ev sahibi deniz kuvvetlerinden emekli bir subaydı. Ben birkaç gün orada kalınca, hemen Birusk’a birkaç mektup göndermiş ve benim kim olduğumu, neden evde kaldığımı sormuştu. Her şeyi kontrol ediyordu. Neredeyse evden her çıkışımızda kapıda bir mektup buluyorduk.
Daha sonra Birusk, Helen adlı Afrikalı Amerikalı bir kadını tanıdığını söyledi. Kadın, evinin odalarını kiraya veriyordu. Helen, kiralık bir odası olduğunu söyledi. Bunun üzerine o odayı tuttum. Birusk’un evine de iki yüz metre mesafede idi. Ev, Senato’ya bir iki kilometre uzaklıktaydı. Senato binasını, yakındaki ana caddeden görmek mümkündü.
Odayı tutunca, Virginia’daki National Graduate School’a kayıt olarak kursa başladım. Haftanın beş günü, sabahları dört saat kurs görüyordum. Washington ile Virginia’nın arası metro ile yirmi dakikalık bir mesafeydi. Her sabah erkenden kalkıyor ve metro ile okula gidiyordum. Sınıfımızda, Arjantin, Meksika, Nikaragua, Brezilya, Güney Kore ve İspanya’dan öğrenciler vardı. Ȍğretmenimiz altmış yaşlarında gösteren Mr. Hannigan idi. Tam bir Amerikan milliyetçisi idi. Kişisel kartvizitinde Amerikan bayrağı vardı. Bir gün derste, Mr. Hannigan yıllardır aynı dersi verdiğini ve aynı kitaptan konuyu işlediğini anlatıyordu. Bıkmıştı. Birden elindeki kitabı yırttı ve yere attı. Sonra da üstünde tepindi. Biz öyle kalakalmıştık. Brezilyalı Celusa,
“Sen delirdin mi?” dedi.
Yağlı pastel resimler yapıyordum. Metro ile “Metro Center” denilen şehir merkezine giderek, boya ve resim kağıtları alıyordum. Metro Center, sokakta yaşayan evsizlerin de merkeziydi. Caddelerde, mağazaların önüne uzanır sıra sıra yatarlardı. Űstlerine basmamak için yan taraftan geçmek durumunda kalırdınız: Yüzlerce, binlerce evsiz insan.
Oturduğum semtte daha çok Afrikalı Amerikalı vardı. Buraya, “Eastern Market” deniliyordu. Eski bir pazarı vardı ve bu pazarda resimden, hediyelik eşyaya, peynire kadar her şeyi bulmanız mümkündü. Pazar günleri açılıyordu bu market.
Ben de pazar günleri, bu markette resimlerimi satmaya başladım. Küçük ebattaki pastel resimlerimi ucuza satıyordum. Sabah erken pazara gidiyor, sorumlu Tom’a on beş dolar yer ücretini ödüyor ve resimlerimi götürdüğüm tahtanın üzerine diziyordum. Bana Tuğrul yardımcı oluyordu.
Bir gün yine sabah Tuğrul’u aradım. Uykulu bir yüzle çıkıp geldi.
“Ağabey yüzümü bile yıkamadım, geri dönüp uyuyacağım.” dedi. Virginia’da oturuyordu. Ayakta uyuyordu. Beni pazara götürdü ve tekrar uyumaya gitti.
Helen’ın evi iki katlıydı. Evin ön girişini sanat galerisi olarak kullanmak istiyordu. Bunun hazırlığını yapıyordu. Birçok resim sergisi açılışına götürmüştü beni. Daha çok Afrikalı Amerikalı ressamların sergilerinin açılışlarıydı. Küçük ebatlı resimlerde on bin dolara kadar fiyat görebiliyordum. Bu sayede Washington’daki sanat çevresinin bir bölümünü tanıma olanağı buldum. Bir süre sonra Helen’ın yardımıyla bir Presbyterian kilisesinde sergi açtım. Hatta birkaç resmimi de satmayı başardım. Bunlardan birisini bir koleksiyoner satın almıştı.
Bazen Tuğrul gece yarısı gelir ve yakındaki Seven Eleven’a gider, kahve içerdik. Orada bulunan evsizlerle sohbet ederdik.
Bir cumartesi günü param kalmamıştı. Paramı, Birusk’un hesabına yatırmıştım. O gerektikçe çekip bana veriyordu. Bankada kendi hesabım yoktu. O hafta sonu Birusk’a ulaşamadım. Parasız kaldım. İşin kötüsü sigaram bitmişti. Helen sigara içmezdi.
“Helen, bana pazartesiye kadar biraz borç verir misin?”
“Erol, benim de param yok. Ne yapacaksın parayı?”
“Sigaram bitti de, sigara alacaktım.”
“Anlamıyorum sigara içenleri. Zehirlenmek için üste para veriyorsunuz.”
Helen’dan da umudumu kesince yatıp uyumaktan başka çare kalmamıştı. Tuğrul da ortada görünmüyordu, hem o zaten sigara da içmiyordu.
Ertesi gün pazardı, yataktan kalktığımda canım çok sigara istiyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Bir gün daha dayanacaktım. Helen o gün iki arkadaşı ile pikniğe gidecekti beni de davet ettiler. Kızarmış tavuk ve meşrubat götüreceklerdi. Ben de onlarla beraber gittim. Alexandria adlı küçük ve güzel bir sahil kasabasına gittik. O gün kasaba çok kalabalıktı: Piknik yapanlar, gezenler… Bir şeyler yedikten sonra, canım daha çok sigara istemeye başlamıştı. Dolaştım geldim, onlar kıyıda denize bakarak hâlâ oturuyorlardı. Akşam olmadan önce tekrar araba ile Washington D.C.’ye döndük.
Akşam hava karardıktan sonra Helen’ın Beth isimli bir arkadaşı geldi. Trenle başka bir eyaletten gelmişti ve birkaç gün Helen’in evinde kalacaktı. Ben odama çekildim. Birkaç saat sonra Helen geldi,
“Erol, Beth’den beş dolar borç aldım.”
Birden üzerimdeki ölü toprağı kalkmış canlanmıştım.
“Ȍyle mi teşekkürler, yarın öderim sana.” Hemen hazırlandım, yakındaki Seven Eleven’a gidecektim.
“Geç oldu, şimdi gitmesen olmaz mı? Sigarayı yarın alırsın.” dedi Helen.
O sıralar yakınlarda arka sokaklarda kırk dolar için birisini öldürmüşlerdi.
“Bir şey olmaz. Birazdan dönerim.”
Dışarıya çıktım. Neşelenmiştim, havam bir anda değişmişti.
Seven Eleven’a gittim, bir paket Camel ile bir kahve satın aldım. İlk nefesi çektiğimde vücudum titredi. Sonra kahveden bir yudum aldım. Yanıp yanıp sönen neon ışıklara baktım ve gecenin o vaktinde oralarda dolaşan, kahve içen insanlara.
Hayat güzeldi, mutluydum…
Erol Anar
😊