Ertesi sabah Antalya’daki hotelden çıkışımı yaparak Alanya’ya gittim bir otobüsle, yolculuk iki saate yakın sürmüştü. Daha sonra hotele gittim ve girişimi yaptım. Bu hotel de güzeldi ve dört yıldızlı idi, ama Hotel Saphir kadar güzel bulmadım onu. Yine de iyiydi, bir kalitesi vardı.
Duş aldım ve hoteli keşfetmek için aşağıya bahçeye indim, hoteli şöyle bir dolaştım. Diğer hotelden biraz daha küçüktü burası. Ama yine de büyük bir hoteldi. Burada sanki daha çok yerli turist var gibiydi.
Akşam yemeği için terasa çıktım, akşam yemekleri terastaki restoranda, açık havada veriliyormuş. Burası deniz manzaralı ve ılık bir rüzgârın estiği çok güzel bir ambiyans idi.
Benim yanımda ayakta duran garson, bizim uzun masadan sorumluydu. Arasıra hizmet ediyor, isteyenlere içecek servis ediyordu. Ona hotel ile ilgili bazı sorular sordum. O hem hizmet ediyor, hem de çaktırmadan bana cevap veriyordu. Adını sordum Ali imiş. Garson Ali, benim yaşlarımdaydı, esmer, kısa saçlı ve orta boylu birisiydi.
Bir hotelde neler olup bittiğini, kimin kim olduğunu anlamak istiyorsanız garsondan alacaksınız haberi.
“Abi şu adam bu hotelin sahibi, şu kara gözlüklü olan. Onun bu hotel.”
Baktım bir masada yedi sekiz kişi oturuyordu. Garsonun anlattığı adam yüksek sesle gülüyordu. Adam biraz kıvırcık saçlı ve saçları simsiyah bir adamdı, 60-65 yaşlarında görünüyordu.
“Kaç yaşında bu patron?” diye sordum garsona,
“61 yaşında abi,” dedi.
“Yanındaki sarışın kadın kim? Kızı mı?” diye sordum.
“Abi o patronun karısı, 23 yaş genç adamdan, 38 yaşında. Burada müdüre idi kadın, sonra evlendiler; patronu kafaladı, helal olsun.”
“Yine bir Türk filmi hikâyesi daha gerçek hayattan” diye düşündüm.
“Bak patronun saçları kömür gibi kapkara değil mi?” dedi garson.
“Ya,” dedim “o sorun değil, saçlarını boyayabilir, herkes kendi bedeninden sorumludur, kimseyi ilgilendirmez.”
“Kendinden 23 yaş kadınla evlenirsen mecbur boyarsın abi saçını. Adam mutluluk çubuğu bile taktırmış, öyle diyorlar, ameliyat olmuş.” dedi.
“Uyar, yakışır.” dedim.
Garson esprimi anlamadı, garip garip yüzüme baktı.
“Aşk varsa yaşın önemi yok. Dostoyevski’nin eşi de 25 yaş gençti ondan.” dedim sonra.
“Kim o?”
“Bir Rus yazar.” dedim.
Döndüm garsona sordum:
“Aşk var mı peki?”
Garson patronun olduğu masaya baktı, dudaklarını büzdü ve bir şey söylemedi; ben çoktan anlamıştım yanıtını ama.
Patrona baktım, yüksek sesle kendinden emin bir şekilde kahkahalar atmaya devam ediyordu. Her tavrıyla “buraların sahibi benim, buralar benden sorulur” diyordu. Güneş gözlüğü takmıştı. Böylece kurt gibi garsonları da gözetliyordu. Onun nereye baktığını da kimse göremiyordu bu haliyle. Arkasında olup bitenleri bile görüyordu muhtemelen. Yine bir La Fontaine masalı gelmişti aklıma:
“Bir öküz ahırına sığınan geyiğe daha emin bir yer aramasını salık vermiş öküzler. – Aman kardeşler, demiş geyik; ne olur, ele vermeyin beni; ben de, buna karşılık, öyle otlaklar gösteririm ki size, pişman olmazsınız beni ele vermediğinize. – Peki, susarız, demiş öküzler dünyada neler olmaz düşüncesiyle. Akşamüstü, her zamanki gibi, taze ot, sap saman getirmişler. Bir sürü gelen giden olmuş, Uşaklar ahırın içinde mekik dokumuş, kahya bile gelmiş; ama hiçbiri görmemiş başı dallı budaklı geyiği. Ormanlar garibi rahatlamış; öküzlere uzun ömürler dileyerek başlamış beklemeye sıvışmak fırsatını herkes ekin işlerine dönecekken. Öküzlerden biri geviş getirerekten: – İşler şimdilik yolunda, ama demiş; Yüz gözlü adam teftişe gelmedi henüz; korkarım o gözlerden kaçmaz senin boynuz. Sevinme, garip geyik, o gelip gitmeden. Mal sahibi çıkagelmiş gerçekten. – Nedir bu ? diye bağırmış adamlarına; Neden az ot koymuşsunuz yemliklere? Yataklık saman da eskimiş, koşun ambara. Daha bakımlı görmek isterim hayvanlarımı. Şu örümcekleri süpürmek zor bir iş mi? Niçin orta yerde hamutlar, boyunduruklar? Her yeri, her şeyi gözden geçirirken Bir kafa görmüş ahırda, Her gün gördüklerine benzemeyen. Geyiğin foyası çıkmış meydana; Kazıklarla yürümüş herkes üstüne. Kim bakar geyiğin gözyaşlarına! Götürüp parçalamış, tuzlamışlar; Bol bol yemiş, konu komşuya da yollamışlar. Phaidros bu konuda güzel bir söz eder: ” En iyi gören göz, efendinin gözüdür,” der.” (La Fontaine Masalları’ndan)
O akşam mangal yapılıyordu hotelde, istediğiniz zaman gidip kızartma et alabiliyordunuz. Garson benimle sohbeti sevmişti, hep yanımda ayakta duruyor; böylece dikkat çekmeden sohbet ediyorduk.
Ne ilginç bir şeydi bu: insanların öğrenmek için aylarını, yıllarını verdiği bazı gerçekleri beş dakikada öğrenivermek. Patronun ve karısının olduğu masaya baktım. Adamın hayatını belirleyen gerçekleri biliyordum. Adam bunu hayatta tahmin edemezdi. Gülümsedim kendi kendime. Hayat ne garipti, şu patron şu garsona beş kuruşluk değer vermezdi. Ama işin ilginci davranışları farklı olmasına karşın, garson da için için patrona beş kuruşluk değer vermiyordu. Ama patron patronluğunu, garson da garsonluğunu oynuyor ve yaşayıp gidiyorlardı. Herkes birbirinden nefret ediyordu aslında. Ama ilişkiler karşılıklı çıkar hesaplarıyla devam ediyordu.
Sürecek…
Erol Anar