Akdeniz Anıları (11)

Akdeniz Anıları (11)

Hale bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti ve bana bakarak şöyle dedi:

“Babam edebiyatı, kitap okumayı çok severdi. Kitap tutkusu bana da ondan geçti. Hayatımda pek fazla yazar ile karşılaşmadım, o yüzden o gün size sordum yazar mısınız diye. ”

Ben de bir uzun Parliament çıkardım kendi paketimden, yaktım.

“Aaa, ne ayıp, ben size sigara ikram etmeyi unuttum.” dedi.

“Yok,” dedim “ya önemli değil, hem ben bundan başkasını içemiyorum, buna alıştım.” dedim.

“Hangi tür edebiyatı seviyorsunuz? dedi.

“Ben Rus ve Amerikan klasikleriyle büyüdüm. Babamın evde kütüphanesi vardı. Özellikle Rus ve Kuzey Amerikan romanlarını severim. Latin Amerikalıları da elbette Isabel Allende, García Márquez, Vargas Llosa, sonra Fuentes, Cortazar, Borges… çok var saymakla bitmez.” dedim.

“Ruhlar Evi”ni okumuştum,  inanılmazdı. İnanmıyorum, benim babam da Rus klasiklerini severdi” dedi.

Gülümsedim,

“Evet büyülü gerçekçilik Latin Amerika’da bir dönem çok etkiliydi. Rus edebiyatından Dostoyevski severim en çok, ama Gogol, (ki o Dostoyevski’nin ustasıdır), Tolstoy, Gorki, Çehov, Lermontov, Platonov, Gonçarov, elbette Turgenyev… Birçok Rus yazarı severim ben de. Dostoyevski’nin yeri hepsinden ayrıdır bende. O insanın ruhuna sızar.” dedim.

“Evet doğru, çok güzel, peki Amerikan yazarlardan kimi seversiniz?” diye sordu.

“Amerikan edebiyatı çok ilgimi çeker çocukluktan beri. Rus edebiyatı daha aristokrattır, seçkincidir; özellikle Dostoyevski, Tolstoy dönemine ‘Gümüş çağ’ derler.. ‘Altın çağ’ ise Puşkin’lerin dönemidir. Bence ise tersidir. Altın dönem bence Dostoyevski, Turgenyev ve Tolstoy’ların yaşadığı dönemdir.  Ama Amerikan edebiyatı daha bireycidir, ‘küçük’, sıradan insanların, serserilerin, marjinallerin vs… öyküsünü anlatır. Yani hiç de aristokrat değildir. Steinbeck, Jack London, Faulkner, Hemingway vs… bunlarla büyüdük biz. Onların o gözüpek maceracı kahramanlarına özendik.”

“Tabii Mark Twain, Toni Morrison, Fitzgerald, Capote… saymakla bitmez. Hepsini severim.” dedim.

Hale ilgi ile dinliyordu. Kendimi kaptırmıştım konuşmaya bir anda.

“Ya,” dedim “gevezelik ettim kusura bakmayın lütfen.”

“Olur mu çok ilgimi çekti, ben de çok severim Rus edebiyatını, biraz da Amerikan edebiyatını…”

Böyle edebiyat sohbetine dalmıştık, birden küçük kızı geldi Hale’nin yanına.

“Anne, Anneannem çağırıyor seni. Bir yere gidecekmişiz.” dedi.

Hale bana baktı ve

“Bu kızım Eylül.” dedi.

Gülümsedim,

“Çok şirin.” dedim.”

Hale kızını kucaklayarak şöyle dedi:

“Bak bu amca yazar, roman yazıyor burada.”

Kız bana şöyle bir baktı ve:

“Neyi anlatıyorsun?”

“Hayatı ve insanları.” dedim.

“İyi insanları mı?”

“İyisi de var, kötüsü de hayatın içinde ne yazık ki kızım.” dedim.

“Aslı gibi mi?”

“?”

Annesi gülümsedi,

“Sınıfında sevmediği bir kız var da.”

Gülümsedim,

“Evet,” dedim “aynen Aslı gibi. Kötü onlar.” dedim.

Güldü kız, dişlerinin bazıları yoktu, sevimliydi.

Sonra gittiler. Arkalarından baktım bir süre.

Baktım telefonuma Lütfü’den mesaj gelmiş: “Moruk nasıl gidiyor?” diye soruyor.

Aradım bunu.

“İyi moruk, senden ne haber?”

“Anlat bakalım.” dedi.

Ona Hale’nin geldiğini, biraz önce kızı Eylül ile birlikte kalkıp gittiğini, olanları anlattım.

“Sana hasta bu bence.”

“Bence”, dedim “yalnız bir kadın, konuşacak, sohbet edecek birisine ihtiyacı var. Yalnız ruhlardan birisi.”

“Moruk tam Türk filmi gibi olsa…” dedi.

“Nasıl?” dedim.

“Türk filmlerinde hani klasik replikler vardır ya öyle” dedi.

“Eylül sonra annesine şöyle diyormuş:

“Anne bu amcayı çok sevdim, ona baba diyebilir miyim.”

Hale de ona şöyle yanıt veriyormuş:

“O senin zaten baban kızım.”

“Ha ha ha ha!” güldüm.

O da güldü:

“Ha ha ha ha!”

“Oğlum sen puştsun.” dedim.

“Ha ha ha ha!”

Böyle güldüm telefonu kapattıktan sonra bile kendi kendime bir süre. “Deli diyecekler,” dedim kendi kendime, “vuruyum dibine, kimin umurunda alemin ne dediği, ne düşündüğü.” dedim sonra.

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!