Başkalarını taklit ediyoruz, bir robot gibi onların yapmamızı istediklerini yapıyoruz, başkalarını kopye ediyoruz ve sırtımızı sıvazlıyorlar böyle yapınca.
Bir okurum sağ olsun, kendisinin ufkunu açtığımı belirtmiş. Kendisine teşekkür ediyorum. Bunun üzerinde biraz düşündüm.
Kendi hayatıma baktığımda, kırk seneden fazla bir süre gözlerimin kapalı olduğunu ve aslında hiçbir şey göremediğimi; başkalarının gözleriyle görüp, başkalarının beyinleriyle düşündüğümü fark ettim.
Her şeyi bildiğimi ve anladığımı sanırken, aslında hiçbir şey bilmediğimi ve hayattan hiçbir şey anlamadığımı fark ettim. Çoğu insan bunu fark etmeden ölüyor. Çünkü bunu fark etmek insana bir sorumluluk getiriyor. Belki Jean-Paul Sartre’ın ifade ettiği gibi insanın kendi varlığından sorumlu olması gibi bir şey bu. Kendi yükünü kendi başına omuzlaması insanın, kendi hakikatini…
İşte bu yüzden çoğu insan bu yüzleşmeden kaçınıyor, bu zor yola girmiyor ve yaşam serüvenini ondan beklenenleri yaparak tamamlıyor.
Bunu fark ettiğim anda, kendi gözlerimi kendim açmaya karar verdim. Yapabildiğim kadarıyla, oradan bu yana biraz daha iyi görebiliyorum, gerçekler, hakikatler bazen bulanık olsalar bile…
Çifte standartlarımızın en büyük düşmanlarımız olduğunu fark etmiştim. Kendi yaşam çizgimde milim milim de olsa ilerlemeye çalışıyordum; ama benim amacım başkalarının ufuklarını açmak değildi artık o noktadan sonra.
Aslında en büyük amacım kendi ufkumu açmaktı. Tabii ki kendi ufkumu açarken, başkalarına da biraz yardımcı olmuş olabilirdim, nasıl başka yazarlar bana yardımcı oluyorsa aynı şekilde bir okur olarak.
Büyük hakikatlerden birisi neydi biliyor musun, her şeyi bildiğimizi sanıp da yıllar sonra bir gün aslında hiçbir şey bilmediğimizi fark etmek… Her şeyi gördüğümüzü sanıp da, sonradan bir gün gerçekte hiçbir şey görmediğimizi anlamak…
Sanki sonsuz bir körebe oyununun ortasındayız, gözlerimiz bağlanmış orta yerde kısır bir döngünün içinde dönüp duruyoruz. Başkalarını taklit ediyoruz, bir robot gibi onların yapmamızı istediklerini yapıyoruz, başkalarını kopye ediyoruz ve sırtımızı sıvazlıyorlar böyle yapınca.
Birer makineye, -hatta makine bile değil-, onun basit bir dişlisine dönüşmüşüz. Anlamsız ve duygusuzuz yaptığımız, paylaştığımız her şeyde.
Peki ya sizin hikâyeniz nedir? Ufkunuz açık mı, her şeyi bildiğinizi mi düşünüyorsunuz? Mesleğinizle, ideolojinizle, inancınızla, ulusunuzla, sosyal ve ekonomik statünüzle mi varsınız, yoksa bütün bunlardan bağımsız olarak kendiniz olarak mı? Başkalarından daha mı zeki ve iyisiniz? Içinde bulunduğunuz mahallenin sınırlarından dışarıya çıkma cesaretiniz var mı? Bu ve benzeri soruları açık yüreklilikle kendimize sormalıyız.
Mahalleden, devletten, sistemden ve toplumdan, bizim üzerimizde otorite kuran herkesten ve her şeyden mantalite olarak kopmadığımız sürece gözlerimiz kapalı olacak, işte bunu fark etmiştim. Tüm bunlardan mantalite olarak koptuğumuz anda gözlerimiz açılıyor ve bulanık da olsa çevremizdeki hakikatleri yavaş yavaş seçmeye başlıyoruz.
İşte o noktaya ulaşmamızı kimse istemiyor; ne içinde olduğumuz mahalle ve onun kurumları, ne her tür muhalefet, ne devlet, hükümet, sistem, hiç kimse… O noktada her şeyden ve herkesten kopuşumuz başlıyor.
Artık başkalarına benzemek, onları taklit etmek hoşumuza gitmiyor o noktada. Bundan nefret ediyoruz. Kendi özgün kişiliğimizi ve hakikatlerimizi aramaya başlıyoruz.
Gözlerin hakikate açıldığı anda, artık asla kendini kandıramıyorsun.
İşte o an kişisel devrimi başlıyor insanın kendi dünyasında. Ve bu devrim sonsuzluğa uzanıyor…
Erol Anar
Paraná, 12 Kasım 2021.