Ertesi gün erkenden kalktım ve kahvaltı yaptım. Duş aldım sonra. Roman yazmaya devam edecektim. Kahvaltıdan sonra bahçeye havuzun olduğu yere çıktım, orada küçücük bir ada şeklinde bir bar vardı. Oraya oturdum. Ve dizüstü bilgisayarımı açıp yazmaya başladım.
Her gün yaklaşık on kitap sayfası yazıyordum disiplinli bir şekilde, kitaptaki olaylar bir şekilde kendiliğinden akıp gidiyordu.
Arkadaşım Lütfü aradı o sırada:
“Ne yaptın kızla moruk, merak ettim.” dedi.
Kızla olan konuşmalarımızdan ve olanlardan söz ettim kısaca.
“Yani kız bana hoşça kal dedi ve telefonu kapattı.”
“Neyse canını sıkma olur moruk.” dedi.
“Yok moruk canımı sıkmadım zaten. Ben kimsenin peşinde koşmadım, koşmam da. Kendisi bilir. Bize her yol Dörtyol. Hayat bu. ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar.’ derler.
“Bu arada yalnız kendine dikkat et,” dedim “kız lanet okudu.”
“Hah ha ha! Ne dedi?” güldü.
“Ha ha ha! ‘Lanet olsun’ dedi, kara lanet bu yavrum dikkatli ol!” dedim.
“Ha ha ha ha! Güldü tekrar.
“Ha ha ha !” Ben de güldüm.
Ama son gülen Demet olacaktı, bunu da bilmiyorduk o zaman.
Neyse ben kızı düşünmedim gündüz o gün. Orada roman yazıyorum. Garsonlarla sohbet ediyorum. Bir garson adam vardı, otuz yaşlarında. Onunla sohbet ettim biraz, ara verdiğimde yazmaya.
Şöyle bir baktım konuşmalarına, tavırlarına, davranışlarına gözüm tutmadı onu. Diğer garsonları da öyle. Bu Ramazan orada gelenlere servis yapıyor, bir yandan da bana anlatıyordu:
“Tam şu havuzun üstünde birinci kattaki camlı bölge patronun odası. İçeriyi dışarıdan göremiyoruz, ayna camlar var ya. O oradan bize bakar devamlı; garsonları, işçileri takip eder.”
Benim gözüm tutmamıştı bunları, ama yine de insanları gözlemlemeyi seviyordum yazar gözüyle. Onlar benim onları gözlemlediğimin hiç farkında olmazlar. Ama ben çevremde olan her şeyi izlerim, çünkü insanların iç dünyalarını merak ederim. Sözlerinin altında yatan gerçekliği deşerim, öğrenmeye çalışırım. Söyledikleri ile aslında oldukları şey arasındaki farkı görmek isterim. Öğrenmeyi seviyorum. İnsanları tanımayı seviyorum.
Ramazan orada bana beş dakikada hayatını anlattı neredeyse. Kışın iş yokmuş, sadece yazın garsonluk yapabiliyorlarmış, o da dört ay kadar. Sekiz ay garsonluk işi bulmak zormuş. O yüzden çok uyanık olmaya çalışıyordu belki de. Maaşının azlığından yakınıyordu.
Genç bir kız vardı orada, garsonlardan; turizm okulunda okuyormuş, hotelde staj yapıyormuş. Bu garson kız orada, hotelde kalan bir genç müşteriye aşık olmuş, onlara servis yaparken.
Ramazan anlatıyordu bütün bunları bana. Ben dinliyordum sakince, önümdeki biradan yudum alarak. Biraz sonra,
“İzninle,” dedim “yazmaya devam edeceğim.”
Ve yeniden romana gömüldüm. Çevremde olup bitenin farkında değildim, yazıyordum, düşünüyordum. Karakterleri kurguluyordum.
Romanım bir psikolog ile bir yazarın aşkını konu alıyordu. Farkında olmadan kendimi yazıyormuşum. Çünkü o zamanlar eşimi tanımıyordum. O bir psikolog, böylece romanda olduğu gibi yazar ve psikolog aşkı yaşanacaktı gerçek hayatımda da daha sonraları.
Şöyle bir baktım: Herkes havuz kenarında güneşleniyor, bense ada bardayım, herkesi görüyorum oradan, soğuk biramı yudumlayıp romanımı yazıyorum sakince. Kimse umurumda değil. Bu arada Sezen Aksu söylüyor, yüksek sesli müzik inletiyor hoteli, bazı Rus turist kızlar havuz başında dans ediyorlar müziğin ritmine uyarak. Göz ucuyla bakıyorum onlara. Ben orada sanki Marlon Brando gibiyim; ağır abi, romancı abi, oturmuş sigarasını içiyor, romanını yazıyor ve birasını yudumluyor, çevreye de ara sıra lütfen göz ucuyla şöyle bir bakıyor:
“Yerimiz mi dar yoksa yenimiz mi dar
Ne var? (ne var, ne var)
Uçurmuş herkes o da kim oluyor
Sen kimsin kim bunlar
En büyük kim?
Hadi bakalım kolay gelsin
Bir acayip zor yarış
Bana ne aman ben anlamam
Pek hesaplı ince iş”
Sürecek…
Erol Anar