Yeni bir hakikat siyaseti oluşturmak, aslında iktidarın temel çekirdeğine de karşı çıkmak anlamına gelir. Burada hedef kitleleri değiştirmekten çok -çünkü Foucault kitlelerin entelektüelden daha çok şey bildiğini iddia eder- hakikati üreten kurumsal rejimi değiştirmektir.
Kapitalizmle ilişkili olan bireycileştirme, bireyin özünü yok eden ve onu iktidara tabi olan bir robota dönüştüren bir bireycileştirmedir. Burada sadece siyasal iktidarı, devleti hedef alan bir yaklaşım başarılı olmayacaktır. Çünkü böyle bir el değiştirme bireyi ve toplumu olumlu yönde değiştirmeyecek, yalnızca otoritenin el değiştirmesini sağlayacaktır. Örneğin reel sosyalist devletler yıkıldığında, birey ve toplumun iki günde serbest piyasa ekonomisine uyum sağlaması, bu tezin doğru olduğunu gösteriyor. Yine 70 küsur yıl süren Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz, ertesi gün halkların birbirini boğazlamaya kalkması bu kadar yıl içinde hiçbir yol alınmadığını gösteriyor diğer yandan.
Peki kapitalist toplumda birey gerçek anlamda özgür değildir de, “reel sosyalist” toplumda birey özgür müdür? Hayır, orada da birey özgür değildir, hatta kapitalist toplumun bireyinden daha çok tutsaktır, daha kısıtlıdır.
Burada sadece devletle değil, her alanda ve her yerde iktidarla savaşmak gerekir. Hatta kendi içimizde bile.
Foucault, mikro iktidarı inceleyerek devleti gözardı ettiği eleştirisine karşı uzun bir yanıt verir. Foucault,
“Yalnızca bir hükümetten ibaret olmayan devlete karşı mücadele edebilmek için devrimci hareketin kendini politik-askeri terimlerle devletin eşiti kılması gerekir, dolayısıyla parti halini alması, devletle aynı disiplin mekanizmalarıyla, aynı hiyerarşilerle, aynı iktidar örgütlenmesiyle bir devlet aygıtını -içeriden- model alması gerekir. Bu ağır bir sonuçtur, ikinci olarak, devlet aygıtının ele geçirilmesi muhtemel değişimlerle birlikte bu aygıtın basitçe işgal edilmesi olarak mı kabul edilmeli, yoksa ortadan kaldırılmasının vesilesi olarak mı?” [1] der.
Aslında Foucault devlete gereğinden az önem vermiştir. Bunu bir eleştiri olarak buraya koyup konumuza devam edelim. Burada aslında düşmanını taklit etmek, sonradan ona benzemeyi, onun yöntemlerini belki de daha şiddetli olarak kullanmayı ve ana amaçtan sapmayı da bir handikap gibi beraberinde getiriyor. Düşmanına benzemek, düşmanı tarafından yutulmaktır. Devleti olduğu gibi ele geçirerek onun niteliğini hemen hiç değiştirmeden, kurumlarını olduğu gibi devralıyorsunuz. Sadece kişiler değişiyor bakanlıklarda, valiliklerde, diplomatlıklarda, üst düzey memurluklarda vs… Hatta kişiler bile çok değişmedi.
Devletin ele geçirildiği noktada bütün her şeyin ele geçirileceği ve topluma biçim verilebileceği öngörüldü ki yanlış olan buydu. Sadece devleti ele geçirmek, aynı zamanda devlet ve iktidar kavramı tarafından ele geçirilmeyi beraberinde getirir. Ve 70 küsur yılda Sovyetler Birliği dağılıp gittiğinde, toplumun iki günde kapitalizme uyumu (zaten devlet kapitalizmi vardı, oradan serbest piyasa ekonomisine tüketim kapitalizmine geçiş yapıldı) hiç de şaşırtıcı değildi bu anlamda konuyu bilenler açısından.
Buradan yola çıkarak Foucault, Marksizmin proletarya diktatörlüğü boyunca devlete ihtiyaç duyduğunu, dolayısıyla bu noktada da burjuvaziye ihtiyaç duyacağını ortaya sürer ve SSCB’de olanın da bu olduğunu söyler. (Burada Sovyetler Birliği’nde olanın “proletarya diktatörlüğü” olmadığının altını çizelim ve geçelim. Zaten Foucault’nun kastettiği de bu değildir. O, proletarya diktatörlüğü olsaydı bile, farklı bir şey olmayacağını söylemek istiyordu.)
Foucault’nun dediği gibi, devleti ele geçirmeye kilitlenen bu uğurda partiler ve kurumlar, askeri yapılar kuran bir yapılanma ona benzemekten asla kaçınamaz. Ağın içine giren bir balığa dönüşür. O ağın içinden çıkamaz. Burada her şeye bir “zorunluluk” retoriğiyle yaklaşır partiler. “Evet hoş şeyler değildir yaşananlar, ama zorunludur.” bunlara göre. Bu “zorunluluk” retoriği her şeye kılıf olur. Bütün zulmü onun gizlemeye çalışır sistem. Özgürlük dersiniz, Lenin gibi “burjuva önyargısı” derler. “Zorunluluk, köle olmaya devam et” derler. Retoriklerden başka bir farklılık yoktur. O, düşmanının oynadığı biçimle, onu tepeden tırnağa taklit ederek oyuna katılmıştır. Bu oyundan galip çıkma şansı yoktur. Bu şekliyle oyuna girdiği anda yenilmiştir zaten.
İster proletarya diktatörlüğü olsun, ister bürokratik parti diktatörlüğü, siyasal iktidarı kendi amaçları için ele geçirmek hedeflendiğinde bu sonuç kaçınılmaz olacaktır. Bunu değiştirebilecek tek şey şuydu: Devleti işgal etmek yerine, onu ortadan kaldırmak belki farklı bir sonuca yol açabilirdi. Bu ise sadece siyasal iktidarı hedefleyen, mikro iktidarları bilmeyen, görmezden gelen, proletarya diktatörlüğü ya da komünist parti diktatörlüğünden başka bir hedefi olmayan, devleti işgal etmeyi amaçlayan Marksizm ve Leninizm’in tam tersidir. Ondan sonra ne olacağına halk kendisi karar versin. Devrimciler yönetimi kendileri ele alıp, halka çobanlık yapmak yerine; her açıdan eşitlikçi, hiyerarşisiz ve devletsiz bir özyönetimde halkın kendi kendisini devrimci doğrudan demokrasi ile yönetmesine yardımcı olabilirler diye düşünüyorum.
“SSCB’de olup biten kuşkusuz budur. Devlet aygıtının önemsiz olduğunu asla öne sürüyor değilim; fakat bence Sovyet deneyimine yeniden başlamamak için, devrimci sürecin tıkanmaması için bir araya getirilmesi gereken tüm koşullar arasında ilk kavranması gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.”[2]
Devlet elbette en büyük siyasal iktidar aygıtlarından birisidir. Ama Foucault’nun dediği gibi iktidarı sadece devletten, hele hele hükümetten ibaret olarak görmemek gerekir. Burada devlet aygıtının öneminin de altını çizerek, iktidarla olan mücadeleyi en küçük toplumsal birimden başlatmak gerekir. Marksist yaklaşımla açıklandığı gibi devlet, “bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aygıtı değildir” sadece, onun siyasi işlevi vardır ve etki alanı bundan çok daha geniştir. Devletin siyasal işlevi vardır, onun işlevini sadece ekonomik yönden açıklamak yetersizdir.
Foucault’nun devleti işgal etmenin “toplumu değiştirmeyeceği” eleştirisi çok doğrudur. Bir örnek vermek gerekirse, demek ki, devlet aygıtını işgal etmek ya da ele geçirmek toplumsal bazda bir değişime yol açmıyor. Öyle olsaydı Sovyetler Birliği 70 küsur yılda çökmezdi. Burada Marksizm-Leninizmin tarihsel yanılgısı, devlet iktidarını işgal ederek, ele geçirerek iktidarı hedeflemesi oldu. Tarihsel olarak toplumsal anarşizm ise devlet iktidarını ele geçirmeyi değil, onu yıkmayı amaçladı. Böylece esas amaç iktidarı ele geçirerek halkı belli bir yöne zorla yönlendirmek, yani çobanlık yapmak değil; bireyin ve toplumun kendi kendisini yönetecek ve onun üzerindeki her tür otoriteyi kaldırmanın olanaklarını açacak bir yönelime ve mücadeleye girmek oldu. Bu anlamda Foucault’nun iktidar tanımlaması Marksizmle çelişmesine karşın, klasik anarşizmle çelişmez, aksine ona olanaklar sağlar.
Foucalt burada Marksizmin mücadele ettiği devlete benzediğini söylüyor, hiyerarşi, parti ve disiplin mekanizmalarıyla aynı düşmanına benzeyen bir yapıya bürünüyor. Devleti ortadan kaldırmak yerine işgal ediyor ve sonuç olarak aynı hiyerarşiyi ve diğer mekanizmaları kullanıyor. Eşitlik iddiası da burada sözde kalıyor. Foucault’nun dediği burjuvaziye ihtiyaç duymak da Sovyetler Birliği için doğrudur. Çünkü Bolşevikler iktidarı aldıktan sonra orduya Çarlık dönemi subaylarını tekrar çağırmış, Çarlık dönemi memurlarının birçoğunu da aynı yerde ise tekrar almışlardır. Hatta işten bile çıkarmamışlardır denilebilir. Değişen sadece üst düzeyde bazı kişiler olmuştur. Devlet yapısı işgal edilmiştir, ama ortadan kaldırılmadığı gibi, sosyalist bir devlet yapılanmasına da dönüştürülememiştir. Sonuç olarak ortaya ne proletarya diktatörlüğü, ne de bir işçi devleti çıkmıştır. Ortaya çıkan bürokratik, bir grup elitin ve partinin diktatörlüğü olmuştu. Proletarya diktatörlüğü olsaydı dahi, farklı bir sonuca yol açması mümkün değildi.
Peki Foucault’nun sorduğu şekliyle eğer devlet işgal edilmek yerine ortadan kaldırılsaydı, iktidar mekanizmaları ortadan kaldırılmış mı olacaktı? Kuşkusuz devletin ortadan kaldırılması birçok sorunu da çözecekti. Ama yeterli olmayacaktı. Aileden bütün kurumlara kadar egemen olan mikro iktidar mekanizmalarını sorgulamak ve onlarla mücadele etmek gerekecekti. Bu noktada belki Foucault’nun önem verdiği yeni bir hakikat siyaseti oluşturmanın olanakları zorlanacaktı.
İktidar kavramı o kadar geniştir ki, adeta her ilişki ilişkiye, en küçük birimlere kadar sızmıştır. Kuşkusuz devleti, hiyerarşiyi, disiplin mekanizmalarını kaldırarak ve bunların yerine sivil örgütlenmeler koyarak, toplumu örgütleyerek ve kendi kendisini yönetmesini sağlayarak sorunların bir bölümünü, önemli bir kısmını çözmüş olacaksınız. Fakat mikro iktidarların da çözülmesi için çok daha kapsamlı bir sürekli mücadeleye, zamana ve yeni bir hakikat siyasetine ihtiyaç vardır.
“Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kuramlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız. “[3]
Yeni bir hakikat siyaseti oluşturmak, aslında iktidarın temel çekirdeğine de karşı çıkmak anlamına gelir. Burada hedef kitleleri değiştirmekten çok -çünkü Foucault kitlelerin entelektüelden daha çok şey bildiğini iddia eder- hakikati üreten kurumsal rejimi değiştirmektir. Daha doğrusu eski kurumları yıkarak, (devralarak değil) hakikati yeniden oluşturmaktır. Çünkü kurumsal rejimi olduğu gibi devralmaz, onu yıkarsanız, hakikat siyasetini oluşturmanın da önünü açabilirsiniz demektir. Bunun nasıl yapılabileceği üzerine tartışmak gerekir.
Erol Anar
Henüz Yayınlamadığım “Özgür Toplum Arayışları”
adlı kitabımdan kısa bir bölüm.
[1] Michel Foucault: İktidarın Gözü Seçme Yazılar, 3. Başım. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 42-43.
[2] Foucault, age, s. 42-43.
[3] Michel Foucault: İktidarın Gözü Seçme Yazılar, 3. Başım. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 13.