hayat için en ufak bir tiksinme duymak şöyle dursun, onu bırakmaya yöneltmesi gereken sebepler ne kadar artarsa, onların da hayata bağlılıkları o oranda artar.
Bir kimse, yüksek bir bekçi kulübesinden şairlerin dediklerine göre, ara sıra Jüpiter’in yaptığı gibi, insan türünü seyrederek vakit geçirirse, sefil ölümlülerin hayatında her taraftan saldıran ne kadar çok afet görür! Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli ve elemli bir eğitim, çevresinde her şeyden gelecek tehlikelere maruz bir çocukluk, birçok inceleme ve çalışmalara boyun eğen bir gençlik, birçok katlanılmaz sakatlıklarla dolu bir ihtiyarlık, sonunda, gamlı ve acı bir zorunluluk: ölüm. Bu bahtsız hayat süresince durmaksızın çevremizi saran sayısız hastalıklar sürüsünü, hiç durmadan bizi tehdit eden kazaları, birdenbire bizi ezen sakatlıkları: en tatlı anlarımızı hep berbat eden o acı zehiri buna katınız. Fakirlik, hapis, alçaklık, utanç, azap, pusu ihanet, dava, hakaret, hile… gibi, insanın hemcinsinin başına sardığı belalardan henüz söz etmedim…
Fakat nasıl saymalı?… Bunlar denizin kenarını kaplayan kum taneleri kadar çoktur. Hangi cinayetlerden dolayı insanlar bu belalara layık oldular? Hangi kızgın tanrı onları bu sefalet uçurumunda yaşamaya mecbur etmiş olabilir? Bunun hakkında ne düşündüğümü söylerdim ama, onu şimdi yapmaya izinli değilim. Kesin olan bir şey varsa, bütün bunlar üzerinde ciddiyetle düşünecek bir insan, Miletos kızlarının örneğini yazıklanılacak bir şey gibi görülmesine rağmen,onaylama eğilimi duyabilir.
Hayattan iğrendiklerinden dolayı kendilerini öldürmek hevesine kapılan insanlar kimlerdir? Bunlar özellikle kendilerini bilgeliğe vermiş kimseler değiller midir? Burada, Diogenes’ler-den, Ksenokrates’lerden, Cato’lardan, Cassius’lardan ve Brutus’lardan bahsetmiyorum; Kheiron ki ölmezlikten yararlanabilirdi, ölümü tercih etmedi mi? Bilgelik bütün insanları eline alsaydı işte bakınız ne olurdu. Az zaman sonra dünya boşalır, o vakit yeni bir adam yapmak için yeni bir Prometheus’a gerek olurdu. Fakat ben bütün bu dertleri birbirinden ayrı bin bir biçimde yumuşatmasını bilirim; ölümlülere cehalet ve gafleti dağıtırım; kâh daha mutlu bir talihin tatlı ümidini yollar, kâh ayaklarına sevimli şehvetin bir günlük güllerini serperim, iyiliklerim onları büyüler ve ecel perisi eğirecek ipliği kalmamış, hayat onları kendiliğinden terk etmiş gibi olunca bile, hayat için en ufak bir tiksinme duymak şöyle dursun, onu bırakmaya yöneltmesi gereken sebepler ne kadar artarsa, onların da hayata bağlılıkları o oranda artar.
Benim iyiliklerimledir ki her yerde, yılların yükü altında ezilmiş ve artık bir insan yüzüne sahip olmayan birçok ihtiyarın hayata pek kuvvetle bağlı oldukları görülmektedir. Bunlar kekelerler, saçmalarlar, ağızlarında artık diş kalmamıştır; kel başlarında tek tük birkaç beyaz tel görünür, buna rağmen, hayatı o kadar severler ki, delikanlı yerine geçmek için ellerinden geleni yaparlar. Kimi ak saçlarını boyatır, kimi kılı kalmamış kafasını, yabancı bir saç altında saklar. Biri boşalmış çene kemiklerine, kendine benzeyen bir hayvanın dişlerini yerleştirir; öteki bir genç kıza aşkından ölür, onun uğrunda en deneyimsiz ve en çılgın delikanlılardan daha fazla delilik yapar. Şu iki büklüm olan yaşlıların, bir ayakları çukurda olduğu halde başkalarına karı olacak bir genç kızı drahoma-sız almalarına gelince, bu övünç konusu olacak kadar yayılmıştır. Fakat daha da eğlenceli şey, ihtiyarlığın sanki canlılar arasından çoktan kovduğu şu çürümüş kadınları, şu cesetleri, her yerde mezar kokusu yayan, ama gene her an: Dünyada en tatlı şey hayattır, diye haykıran şu murdar bir deri bir kemik kadınları görmektir.
Kalpleri kösnül arzularla doludur, hâlâ tutulmuş oldukları kudurganlıklarını” yatıştırmaktan başka bir şey düşünmezler, kendilerini helak eden ateşi para karşılığında söndürmeye gayret edecek yeni bir Phaon’u her tarafta ararlar. Durmadan süslenmekle meşgul olduklarından, yüzlerini düzgünce sıvarlar; günün bir kısmını ayna önünde geçirir, yılların doğaya yaptığı gizli hareketleri, her türlü araçla gizlemeye savaşırlar. Kâh gevşek ve iğrenç memelerini gösterirler, kâh titrek ve kırık sesleriyle havlayarak, âşıklarının dinçliğini uyandırmaya çalışırlar. İçerler, genç kızlarla dans eder ve onlar gibi âşıklarına aşk mektupları yazarlar.
Kızgın yaşlı kadın. Herkes bu çılgınlıkla alay eder; bunları yapanlara her yerde deli ederler -gerçekten de öyledirler- onlar buna aldırmazlar. Kendilerinden memnun olarak,bir zevku sefa denizinde yüzerler; uzun yudumlarla tatlı hazları tadarlar; özetle, kendilerine sağladığım mutluluktan yararlanırlar. Hele bütün bunları gülünç bulanlar, gelip bana: hayatını böyle nefis bir delilik içinde geçirmek, gidip kendini asmaktan çok daha iyi değildir, desinler! Gerçi bütün bu deliliklerin namusu halkın nazarında berbat edilmiştir; ama ne önemi var?
Namussuzluk,etkisini hiç duymadıkları hastalıklardan biridir: eğer bazen duyarlarsa, bunun verdiği nahoş duyguyu kovmayı başarırlar. Başınıza bir taş düşsün, işte buna dert denir! Ama ayıp, rezalet, namussuzluk, hakaret, ancak zarar vermesini isteyenlere zarar verir. Bir dert, onu duymayana bir dert değildir. Herkes sana ıslık çalıyor; sen kendini alkışladıktan sonra sana ne? işte, insanın kendini alkışlamasına sebep, yalnız deliliktir.
Erasmus
“Deliliğe Övgü” kitabından kısa bir bölüm, Bilim Felsefe Sanat Yayınları, Çeviren Nusret Hızır, 1990, sayfa 69-73. https://www.simurg.com.tr/delilige-ovgu-7