İç ve dış tehdit arasındaki olağan dışı dinamik, her bir diktatörlüğün kendine özgü liderliğinde ve kültürel-tarihsel bağlamında en iyi şekilde anlaşılmaktadır.
Tüm diktatörler içerideki muhalefeti ezmeyi, temel hak ve hürriyetlere son vermeyi denerler; fakat diktatörlerin dış ve iç tehditleri çözümlerken ortaya koydukları dinamik ilişkilerde dikkat çekici bir değişkenlik vardır. Mesela Nazi Almanyası’nda Hitler’in ve takipçilerinin ilk hedefleri ülke içindeki muhalefeti susturmak olmuştur ki, ancak iç meseleleri hallettikten sonra dış düşmanlara savaş açmışlardır. Aynı şekilde, gerek Uzun Yürüyüş boyunca, gerekse 1930’larda ve de 1950’lerle 1960’ların büyük bölümünde verilen iktidar mücadeleleri sırasında Mao’nun ilk ve en öncelikli amacı, Çin halkının tümünün mutlak kontrolünü ele geçirmek olmuştur. Kapitalist Amerika’nın yanısıra Mao’ya göre Marx’ın belirlemiş olduğu gerçek ideolojiden sapmış olan baltalayıcı Sovyetler Birliği kaynaklı dış tehditler, arkası gelmeyen devrim sırasında, ülke içinde mutlak kontrol sağlamayla kıyaslandığında ikinci derece sorunlar olarak değerlendirilmişlerdir.
Aksine, İran’da ve Kuzey Kore’de diktatör yönetimlerin ana taktiği, ülke içindeki halk tabanını harekete geçirmek ve içerideki muhalefeti ezmek için dış tehdidi (özellikle Birleşik Devletler’in başı çektiği iddia edilen uluslararası komployu) kullanmak olmuştur.
İç ve dış tehdit arasındaki olağan dışı dinamik, her bir diktatörlüğün kendine özgü liderliğinde ve kültürel-tarihsel bağlamında en iyi şekilde anlaşılmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Hitler’in ve Nazi hareketinin, içerideki tehditlerin kökünü kazımaya öncelik vermiş olmalarının sebeplerini, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan neden ağır bir yenilgiyle çıktığı ve sonrasında neden utanç verici bir barış antlaşması imzaladığına dair görüşlerinde aramak gerekir. Onların görüşlerine göre en yürekli Almanlar Birinci Dünya Savaşı’nda yaşamlarını seve seve verdikleri halde, savaştan her ne şekilde olursa olsun çıkar sağlamış olan hainler sağ salim evlerine geri dönmüşlerdi. Bu ihanetin bir kez daha tekrar etmemesi için Hitler’in emriyle İkinci Dünya Savaşı boyunca, halk üzerinde aşırı bir baskı uygulanmış, düzeni bozanlar halkın gözü önünde idam edilmişlerdir.
İç tehdit olarak hedef alınmış olan grupların başında, çizgiden sapan aykırılar ve toplumsal standartların dışında kalan her tür insan gelmekteydi. Dinsel bir azınlık olan Museviler ise Nazi Almanyası’nın yanısıra Sovyetler Birliği gibi birçok diktatörlüklerde kelle avcılarının başlıca hedefi olurken, elbette İran’da ve diğer İslami diktatörlüklerde de şiddetten paylarına düşeni fazlasıyla almışlardır. İktidarda oturanların Musevileri ve diğer azınlıkları hedef alabilmelerine başlıca iki faktör zemin hazırlamıştır. Birincisi; azınlık üyeleri canlarını kurtarmak için sahip oldukları her şeyi arkalarında bırakarak gitmeye zorlandıkları zaman, azınlıklara uygulanan şiddet ve sürgün sonucu, yoğunluğu oluşturan bazı kişiler kısa süreli kazançlar elde etmişlerdir ki bu durumun birçok örneği vardır. Mesela devrimden sonra İran’da şüphesiz tamamı olmasa bile Zerdüştler’in, Bahailer’in, Museviler’in ve Ermeniler’in bir bölümünün kaderi bu yönde çizilmiştir. İkincisi, normatif faktörler azınlıkların hedeflenmesini mümkün kılmaktadır: Diğerlerinden farklı olanı tehdit olarak konumlandırmak daha kolaydır; çünkü hem gruplar arası düzeyde hem de kişiler arası düzeyde insanlar benzerlerine karşı daha olumlu bir tutum takınmaya meyillidirler (Osbeck, Moghaddam & Perreault, 1997).
Yaklaşan Çöküş Algısı, Ortak Çaresizlik ve Güvensizlik
Büyük güçlerin en sonuncusu olmak İtalya için her zaman can sıkıcı bir durum olmuştur. Koloni bakanlığındaki bürokratlar Doğu Afrika’yla yetinmeyen, Portekiz kolonilerini ve Türkiye’nin büyük bir bölümünü çantada keklik gören ölçüsüz yayılmacı planlar yaparak savaş boyunca kendilerini eğlendirmişlerdir. (Bosworth, 2006, s. 91). Birinci Dünya Savaşı bazı İtalyanların zihinlerinde kadim Roma İmparatorluğu’nun şaşalı geçmişine dair hayalleri yeniden canlandırmış olsa da, 1920’lerin yaşam gerçekleri fazlasıyla acıydı. Yükseltilen beklentiler İtalya’da Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde adeta bıçak sırtı gibi bir durum yaratmıştı: Politik ve ekonomik kırılganlığın üstüne, her şeyin eskisinden daha iyi olması gerektiği duygusu eklenmişti.
Aynı dönemde Almanya’daki atmosfer ana hatlarıyla benzer bir görünümdeydi; Weimar Cumhuriyeti’nin demokrasi yorgunu halkı, sonu gelmeyen seçimlerden, caddelerdeki sayısız gösterilerden ve kanunsuzluktan, sosyal yardım kurumlarının önündeki uzun kuyruklardan ve sosyal kargaşının ulaştığı boyuttan bıkmıştı (Gellately, 2001 , s. 10). 1929’da patlayan küresel ekonomik kriz, çöküş ve çaresizlik duygusunu iyice tırmandırmakla kalmamış, Alman ekonomisini felakete sürüklemişti…
Fathali M. Moghaddam
Diktatörlüğün Psikolojisi, (Kitaptan kısa bir bölüm), 3P Yayıncılık, Çeviri: Hakan Kabasakal, 1 . Baskı: Mart 2014, İstanbul, sayfa 102-104. https://www.idefix.com/Kitap/Diktatorlugun-Psikolojisi/Egitim-Basvuru/Psikoloji-Bilimi/urunno=0000000588169