İşte kendi uçurumumuzdan kaçarken, hep başkalarının uçurumlarına düşüyoruz. Ve oradan çoğu zaman bir daha yukarıya çıkma çabası içine girmeyi göze alamıyoruz.
“Yolculuk etmek neye yarar? Kaçmak neye yarar? Burada bıraktığımız her şeyi orada tekrar bulacağız.” [1]
Bazı insanlar sürekli bir yerlere gitme eğilimi ile yaşarlar. Sanırlar ki başka bir yere giderek içinde bulundukları kaygılardan, dertlerden kurtulacaklar. Bazen kurtulurlar da, ancak çoğu zaman gittikleri yerde de tıpkı bir ağa yakalanan balık gibi aynı sorunlarla, – başka isimlerde ve kültürlerde olsalar da- aynı insan tipleriyle karşılaşırlar. Eğer kendi içinde huzurlu, kendinle barışık değilsen, hiçbir yere gitmenin yararı yoktur. Çünkü bütün içindekileri beraberinde götüreceksin.
“Sokrates’e birinin yolculuklarla hemen hemen hiç değişmediğini söylemişler. “Eminim ki, kendini de birlikte götürmüştür” diye yanıtlamış Sokrates.” [2] diye yazar Montaigne de.
İşte en büyük yanılsamalarımızdan birisi budur. Başka bir yere gidince, her şeyin değişeceğini ummak, sanmak. Nereye gidersek gidelim yolumuz ölüme çıkacak ve kendimizden kurtulamayacağız bir türlü.
***
“… insan üretmek ve tüketmek için bu dünyada değildir, üretmek ve tüketmek daima yalnızca tali olabilir, var olmak ve var olduğunu hissettirmektir önemli olan…” [3]
İşte var olduğunu hissetmek, çoğu insanın yapmayı başardığı bir şey değildir. İnsanların çoğu kimisi paranın, kimisi iktidarın, kimisi ise şehvetin ve başka duyguların peşine takılıp giderler. Bütün bunların boş olduğunu fark etmeden bunu yaparlar. Bu nedenle var olduklarının farkında bile olmadan ölüp giderler bir gün. Var olduklarını ya hissetmemiş ya da çok az hissetmişlerdir.
İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemde hem üretmek, hem de tüketmek kutsanmıştır. İnsanlar birbirlerine neler tükettiklerini ve nasıl tükettiklerini göstererek övünüyorlar. Tüketme biçimleri de sürekli değişiyor. Tüketen insan sistemin içinde tüketiliyor ve var olduğunu hissetmeden, metaların, nesnelerin ve sistemin kölesi olduğunun ayırtına varamıyor.
Bu postmodern çağda her şey tüketmek üzerine kurulu. Tükettiğin kadar saygınsın toplumda. Tükettiğin kadar insanlar sana saygı duyuyorlar. Tüketecek gücün yoksa bir hiçsin onların gözünde. Sadece metalardan, nesnelerden söz etmiyorum. Her şeyi tüketiyoruz, ilişkilerimizi, çevremizdeki insanları, sevgileri, aşkı ve en önemlisi kendimizi. Ama çoğunlukla da bu durumun farkına varamıyoruz.
Sen değerini başkaları belirlesin istiyorsun, değerli olmak istiyorsun, ama bunu belirlemeyi diğerlerine bırakıyorsun. Yani kendi gözünde değil, başkalarının gözünde değerli olmak daha önemli senin için. İşte senin yanılsaman budur.
Wilhelm Reich ünlü “Dinle Küçük Adam” adlı yapıtında şöyle diyor:
“Bu dünyada benim kim olduğuma karar verecek tek kişi kendimim, başka hiç kimse değil.” [4]
İşte öğrenmemiz gereken tek gerçek budur özünde.
***
“Uçurum bizim üzerimizde asılı duruyor ve bizler sıra sıra uçuruma teslim ediyoruz kendimizi.” [5]
Aynı o koyunlara benziyoruz. Böyle haberler okumuşsunuzdur gazetelerde. Ve gerçektir işin garip yani. Bir koyun uçurumdan aşağıya atıyor kendini ve sürüdeki diğer koyunların tümü onu takip ederek kendilerini uçurumdan aşağıya bırakıyorlar.
Uçurum nedir peki? Ölüm mü? İktidar mı? Sistem mi? Devlet mi? İtaat mi peki? Bunların hepsi bizim uçurumlarımızdır, sorgulamadan, düşünmeden kendimizi bir bir uysalca teslim ettiğimiz uçurumlar.
“Sende derinlik olmaz mı hiç! Var, var ama sen bilmiyorsun, Küçük Adam. Kendi derinliklerinden ölesiye korkuyorsun, bu yüzden onu duymuyor, görmüyorsun. Bu yüzden derinliğe baktığında başın dönüyor ve bir uçurumun kenarindaymışsın gibi dişlerin birbirine vuruyor.” [6]
İşte kendi uçurumumuzdan kaçarken, hep başkalarının uçurumlarına düşüyoruz. Ve oradan çoğu zaman bir daha yukarıya çıkma çabası içine girmeyi göze alamıyoruz. Bir parçamızı orada bırakarak yola devam ediyoruz. Küçüle küçüle, parça parça olana dek yürüyoruz.
***
“… görgü kurallarını asla çiğnemeden birbirlerinin gözlerini oyma sanatındaki ustalıkları hayranlık verici!” [7]
Toplumsal yaşam içinde ikili ilişkilerimizde sürekli olarak birbirimizi yıpratmaya, birbirimizin gözlerini oyma çalışırız bir biçimde. Bir yarış vardır. Bu yarışın içine sistem bizi koymuştur. Diğer herkes rakibimizdir sisteme göre, öyle olmalıdır. Diğerlerinin gözünü oyarak kendi çıkarlarımızı garanti etmemiz gerekir, işte sistem bize bunu söyler. Ve der ki, “Böyle yapmazsanız çöplüğe gider, kaybedenlerden olursunuz.” Birbirlerinin gözlerini oyarken insanlar, bunu bir de diğerine hissettirmeden yapmaya çalışırlar. Bir görgü oyunu oynayarak. Her şey iki yüzlülük ve sahtelik üzerine kuruludur bu postmodern dünyada. Kurallar acımasızdır, sistem acımasızdır ve insanlar da öyle. Ama gözünüzü kibarca oymaya çalışırlar en hafifinden.
“İnsanlar hem özgürdür hem bağlı, arzu ettiklerinden daha özgür, fark ettiklerinden daha bağlıdırlar, çünkü faniler kitlesi uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan uyanması asla düzenin çıkarına değildir, yönetilemez olurlar çünkü o zaman.” [8]
Uyurgezer gibi yaşarız bir anlamda. Kendimizi özgür sandığımız kadar tutsağızdır aslında.
En kötü olanı da, aslında uyanıkken uyurmuş gibi yapanlardır. Ya da hiç görmezken görür gibi yapanlar… En büyük yanılsamamız kendimizi özgür sanmamızdır belki de.
Erol Anar
[1] Albert Caraco: “Kaos’un Kutsal Kitabı”, Sel Yayıncılık, Çeviren: Işık Ergüden, 2018, İstanbul, sayfa 43,
[2] Montaigne: Denemeler, 1. Kitap, Say Yayınları, epub, İstanbul, sayfa 285.
[3] Caraco, age, sayfa 51.
[4] Wilhelm Reich:”Dinle Küçük Adam”, Cem Yayınevi, Çeviri: Yüksel Pazarkaya, 11. Basım: 2018, İstanbul, sayfa 39.
[5] Caraco, age, sayfa 77.
[6] Reich, age, sayfa 180-181.
[7] Caraco, age,sayfa 25)
[8] Caraco, age, sayfa 5.
Çok güzel anlatmışsınız.
Teşekkürler