Gerçekte Olduğun Kişi misin, Yoksa Göründüğün Kişi mi?

Gerçekte Olduğun Kişi misin, Yoksa Göründüğün Kişi mi?

Kişi toplumsal yaşam içinde kendi yaşamını, saygınlığını büyük ölçüde kendisi oluşturur. Elbette içinde bulunduğu koşullar da bunda etkilidir. Ama insan iradesi ve gücü koşulları aşacak güce erişebilir. En azından bazı insanlar bunu başarmaktadır.

Çoğunluk hemen bu soruya, “Elbette gerçekte olduğum kişiyim.” diye yanıt verecektir. Ama şöyle bir düşünürsek, bu yanıt hiç de gerçekçi gelmeyecektir bize. Objektif düşündüğümüzde gerçekte olduğumuz kişiyi olmak için şimdiye dek ne çaba harcadık? Gerçekte olduğun kişiyi olmak, dünyanın en zor işidir. Bunun için günde 24 saat ve hayat boyunca çaba harcamalı, sorgulamalı, yüzleşmeli ve adım atmalıdır insan. O kadar kolay bir süreç değildir bu, bir anda olunacak.

Kaybetmeyi göze almayan, gerçek kendi olma yolundan sapmıştır.

Ancak Kierkegaard bir çözüm önerir. Kişinin başka biri olmayı istemek yerine, gerçek benliğini bulma cesaretini göstererek huzuru ve iç uyumu bulabileceği sonucuna varır.

“Gerçekten olduğun kimseyi olmak istemek. Aslında umutsuzlugun zıddıdır.” der. [1]

İşte bu göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü çoğu zaman gerçekte olduğumuz kişi değil, göründüğümüz kişiyizdir. Bunun için de kişinin kendisine yabancılaşması, başkalarını taklit etmesi, çıkarlarını hesaplayarak ona göre hareket etmesi, düşüncelerini gizlemesi, inanmadığı halde inanıyormuş gibi davranması yani sonuç olarak kendisi olmaktan bütünüyle çıkması gerekir.

Kişi göründüğü değil de, gerçekten olduğu kişi gibi olsa, o zaman bütün içinde bulunduğu çevreyi, hatta sevdiklerini bile kaybedebilir ve bireysel çıkarları tehlikeye girebilir. Bu yüzden kişi oynamaya devam eder, bulunduğu mahallenin sınırlarından çıkmamaya gayret eder. Çoğu insanın hayatı gerçek kendi olmakla değil, olmadığı kişiyi oynamakla geçer bu yüzden.

“Kaybedilen nedir? Kendin.” [2]  der Kierkegaard.

İçinde bulunduğun mahallenin sınırlarını geçtiğin anda özgürleşmeye ve kendin olmaya başlarsın. Hatta mahalleden uzaklaştığın ölçüde özgürleşirsin.

Peki kişi kendinin ne olduğunu bilmiyorsa, onu kaybettiğini nereden bilebilir? Çoğu insan kendini tanımadığından, işin kötüsü tanımaya da çalışmadığından kendisinin farkında dahi değildir. Kendini kaybettiğini de asla düşünmez. Kendisini hiç tanımamıştır ki kaybetsin.

“Hiçbir şekilde kendi olmayı istememek veya daha da kötüsü: Bir ben olmayı hiç istememek veya her şeyin en aşağı biçimi: Başka biri olmayı arzulamak, yeni bir ben’e sahip olmayı ummak.” [3]

La Fontaine bu konuda bir masal anlatır ve sonunu şöyle tamamlar:

“İnsan öğüdü kendi kendine vermeli.

Derdinizi sizden iyi kim anlar?

Yüce Varlığın her ölümlüden istediği

Kendi kendini tanımasıdır en önce.” [4]

***

Kişi toplumsal yaşam içinde kendi yaşamını, saygınlığını büyük ölçüde kendisi oluşturur. Elbette içinde bulunduğu koşullar da bunda etkilidir. Ama insan iradesi ve gücü koşulları aşacak güce erişebilir. En azından bazı insanlar bunu başarmaktadır. Birey toplumsal yaşamı içinde eğer kendine değer veriyorsa, kendisine saygı duyuyorsa, yaptıklarından hoşnutsa, bir şeyler üretiyor ve sağlıklı ilişkilere sahipse, o bireyin toplumsal saygınlığı, prestiji de yüksek olacaktır. Bunun ekonomik durumla çok ilişkisi yoktur. Yoksul ama prestijli, herkesin saygı duyduğu insanlar da vardır. Örneğin bir yazar, bir sanatçı böyle olabilir.

İşte bu noktada Stirner’in sözüne katılmamak mümkün değil:

“Sen dünyaya nasıl bakıyorsan, dünya da sana öyle bakar.” [5]

Engin Geçtan da konuya aynı noktadan bakar aşağı yukarı:

“Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir.” [6]

İnsan ayakta durmakta ısrar ettiği ve başkalarına sırt vermediği sürece kendi ayaklarının üzerinde de durmayı başarabilir. Ama sırtını başkalarına verdiğinde ayakta durmak için başkalarına muhtaç duruma düşebilir.

***

“Bir insanı önce yüceltip daha sonra onu devirmeye çalışmak toplumumuz bireylerinde oldukça sık gözlemlenen bir olgudur.”[7]

Böyle insanlar tanıdım. Bir kişiye yüzde yüz odaklanıp, onu çok yukarıya, başının üzerine koyuyor, ama en küçük kırgınlıkta da bütün değerini yok ediyor, bu kez de  o kişiyi olduğundan daha küçük görüyordu. Böylece bir türlü ilişkilerinde dengeyi yaşayamıyordu böyle insanlar.

“Üstelik böyle bir durum, değersizlik duygularının gerisinde yatan düşmanca eğilimlerin ve suçluluk duygularının daha da pekiştirilmesine neden olur.”[8]

Buradan sağlıklı ve uzun süreli bir ilişki çıkması mümkün değildir. Psikiyatristlerin saptadığı gibi kişi, içten içe yücelttiği kişiyi bir an önce devirmek de isteyecektir. Ve suçluluk duygusu da artacaktır bu durumda.

Oysa gerçek sağlıklı bir ilişki elbette bu değildir. Böylesi bir ilişki her zaman abartılı ve yıkılmaya mahkûmdur. Geçtan aynı zamanda yüceltilen kişiye karşı bilinçdışı bir düşmanlık da yaşandığından söz ediyor. Bir kişi ne  kadar yukarıya konuluyorsa, bu düşmanlık da bilinçdışında artacaktır.

En iyisi olduğumuzu sandığımız kişi hakkında düşünmek ve gerçekte olmak istediğimiz kişiyi aramak. Yoksa sıradan, diğerlerine benzeyen, herhangi bir nesne olmaktan, şeyleşmekten kurtulamayız.

Erol Anar

Dipnotlar:


[1] “Psikoloji Kitabı”, Alfa Yayınları, Çeviren: Emel Lakşe, Kolektif, 2016, İstanbul, sayfa 27.

[2] Soren Kierkegaard: “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk”, DoğuBatı Yayınları, Çeviren: Mehmet Mukadder Yakupoğlu, 2013, Ankara, sayfa 44.

[3] Kierkegaard, age, sayfa 63.

[4] La Fontaine: “Masallar”, Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, TİB Yayınları, İstanbul, 2007, sayfa 459.

[5]  Max Stirner: “Biricik ve Mülkiyeti”, Kaos Yayınları, Çevirmen: Selma Türkis Noyan, 2013, sayfa 417.

[6] Engin Geçtan: “İnsan Olmak”, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, sayfa 69.

[7] Geçtan, age, sayfa 84.

[8] Geçtan, age, sayfa 62.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!