Ancak iç dünyasını keşfettikçe, ona indikçe aydınlatır insan kendisini ve iç dünyası şekillenir, anlam kazanır. Gözleri görmese bile bir insan ışığı hayal edebilir ve onu görebilir. Yoksa Sabahattin Ali’nin dediği gibi, “Daha iyi, daha aydınlık bir yere varılacağına inanılmadan nasıl olur da bu yol yürünür?”
Bazen karanlıkta önüne düşen bir parça ışığı takip eder ve ileriye doğru yürürsün nereye gittiğini bilmeden. Tek seçeneğin, bu bir parça ışığı takip etmektir hayatına düşen. Yürürsün yarı karanlıkta ağır ağır. Ürkütmekten çekinir gibi yürürsün sanki ışığı. Karanlıkta kaybolmaktan korkarak, o bir parça ışığa tutunursun. Yitip gideceğinden korkarsın bir anda ışığın. Karanlık, canlı ölümdür senin için. Işık ise hayat. Işıklar söndüğünde hayat biter, canlı da olsan. İşte o hayatına düşen ve sana kılavuzluk eden bir parça ışık, son umudundur.
Bu ışık aslında senin iç dünyanın ışığıdır. İç dünyasını keşfetmeye
çalışan insan, iç dünyasının feneriyle aydınlanır. Yani herkes, kendi ışığını
kendisi yaratır. Ama çoğunluğun ışığı yoktur. Onlar iç dünyalarının farkında
bile değillerdir. Bu yüzden hipnotize olmuş gibi başkalarının iktidar
sahiplerinin ışığını takip eder ve kendi sonlarına doğru yürürler.
İşte bu nedenle Osho, “Kendi başına bir ışık ol. Ödünç alınmış ışıkIa yaşama.”
der. “Ödünç alınmış ışık” her an sönebilir.
Çünkü başkasının ışığıyla aydınlanamazsın, kendi hayat ışığını, rehberini yaratmak zorundasın.
Bir fener olup karanlığı aydınlatabilir insan, en azından kendi karanlığını. Hatta yeri geldiğinde başkalarına bile ışık olup, onların kendi ışıklarını yaratmalarına yardımcı olabilir.
***
“Karamsar mıyım? Hayır, değilim. Acılarını evrensel dile tercüme edebilenlere ne mutlu… Ama kendi adıma hayatın yarısının karanlıksa, yarısının da aydınlık olduğuna inanmak isterim. Karamsar değilim.” [1]
İçindeki karanlığı göremeyen, onunla yüzleşemeyen, onun derinliklerine inmekten korkan insan, kendi aydınlığına da ulaşamaz. Her zaman yarı karanlıkta yaşayıp gider, kendi yaşamını aydınlatamaz, ışıtamaz. Kendi içimizde yürüdükçe aydınlanır, bilge oluruz.
“Galiba lamba ben var olduğum, uyanık olduğum, koyu karanlıkta hayal kurduğum için ışık veriyor.” [2]
Aslında belki bir lamba da yok. Lamba biziz, öz kendimiz birer lambayız. Ancak bu lamba ancak kendi içinde indikçe aydınlandıkça ışık veriyor. Çoğu insan lambanın kendisi olduğu farkında bile değildir; bu nedenle aydınlatmaz, kör karanlıkta yaşar gider. Ancak kendisinin lamba olduğunun farkında olan ve kendisini aydınlatma çabası içine giren insan yalnızca kendisini değil, çevresini de aydınlatıyor. Giderek bir fenere dönüşüyor sanki. Gittiği, geçtiği her yeri aydınlatıyor.
“Karşıda bir yerlerde şu lamba, hayalî yüksekliklere sığınmanın ayrıcalığıyla çakmadan duran o deniz feneri olmasaydı, bu saatte var olmazdım, biliyorum –en azından bu şekilde var olmaz, bir anda özbilince varmazdım, bilinç olduğu için, bir anda olduğu için tamamen bendir o–.” [3]
İnsan karanlıkta belki de var değildir. O tamamen zifiri karanlıkta karanlığın bir parçasına dönüşür. Hiçbir varlık işareti yoktur; her şey, her yer kapkaradır. Ancak üzerine bir parça ışık düştükçe insanın varlığı da anlam kazanır, şekillenir. İşte iç dünyası da böyledir. Eğer kapkara ise orada bir varlık yoktur, bir şey vardır yalnızca. Ancak iç dünyasını keşfettikçe, ona indikçe aydınlatır insan kendisini ve iç dünyası şekillenir, anlam kazanır. Gözleri görmese bile bir insan ışığı hayal edebilir ve onu görebilir.
Yoksa Sabahattin Ali’nin dediği gibi, “Daha iyi, daha aydınlık bir yere varılacağına inanılmadan nasıl olur da bu yol yürünür?”
Erol Anar
[1] Fernando Pessoa: “Huzursuzluğun Kitabı”, epub, Can Yayınları, 10. Basım: Aralık 2013, İstanbul, sayfa 350.
[2] Age, sayfa 372.
[3] Age.